Bizim ülkemizde “küçük Amerika” olma özlemi çok eskiyse de bunu ilk kez dile getirenin kim olduğu biraz tartışmalıdır; daha doğrusu, genellikle sanıldığından farklıdır. Aslında bunun her söyleyen açısından bir özlem olup olmadığı ile ilgili bazı itirazlarla da karşılaşılmıştır. Söyleyenler içinde kimilerinin gerçekten öyle düşünmedikleri, öyle bir özlemlerinin bulunmasından hicap duyacak muhafazakâr, milliyetçi, köklerine bağlı, işte yeni moda deyişle “yerli ve milli” kimseler yahut çevreler oldukları, ama çeşitli güncel kaygı ve ihtiyaçların zorlamasıyla bu sözde anlatımını bulan bir hedef koydukları öne sürülmüştür. Ama o itirazları bir yana bırakıp “küçük Amerika” tamlamasındaki Amerika sözcüğünün ABD anlamına geldiği ve bu ülkenin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist sistemin liderliğini alıp günümüze kadar insanlar eliyle işlenmesi imkânsız sanılan kötülüklerin birincil sorumluluğunu taşıdığı hatırlanırsa, bu özlemin açık açık dile getirilmesinin pek de kolay olmadığı anlaşılır.
Ama önemli olan, bu sözün, özlemle ya da o kadar da özlem duyulmadan çaresizlikle ortaya atılmış bir hedef olması yerine, ne zaman ve kimlerce dillendirildiğidir. En azından bu yazı açısından böyledir.
Daha yaygın olarak bilinen, gerçek sanılan, sözün ilk kez üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından 20 Ekim 1957’deki Taksim mitinginde dile getirildiği ve “30 yıl sonraya” tarih verildiğidir. Küçük Amerika olma vaadinin 10 yıllık DP döneminde başta Adnan Menderes olmak üzere DP’li politikacılar tarafından sıklıkla yinelendiği de söylenegelmiştir. Belgelere dayanılarak kanıtlanmış olmasa da bunların hiçbiri yanlış sayılmaz; o dönemin ruhuna uygunluk açısından sorun yoktur.
Ancak, adları verilerek ya da ad belirtilmeksizin DP’lilere yakıştırılan bu sözün ilk kez onlar tarafından dillendirildiği doğru değildir. “Küçük Amerika olacağız” sözü ya da özlemi, ilk kez, İsmet Paşa’nın harika çocuğu olarak siyaset sahnesinde yerini almış olan Nihat Erim’in ağzından çıkmıştır. Tarih 26 Eylül 1949’dur. Erim o sırada başbakan Şemsettin Günaltay’ın DP dönemi öncesindeki son CHP hükümetinde başbakan yardımcısıyken, milletvekili olduğu İzmit’te yaptığı konuşmasında bu “onur”un sahibi olmuştur!
Yer yer sıklaşarak ortaya çıkan kayıkçı kavgalarının etkisine kapılmadan bakıldığında, Türkiye’nin egemen sınıfları ve onların siyasetçilerinde kolayca gözlenebilecek bir durumdur bu. Özellikle ikinci büyük savaş yıllarından günümüze kadar sürmüştür. Emperyalist dünyanın önderi ABD’ye ve onun öncülüğünde kurulmuş, başta NATO olmak üzere çeşitli ülkelerarası savaş ve cinayet makineleri ile siyasal ve ekonomik örgütlere bağlanma, onlara benzeme, yakınlaşma, bu uğurda zaman zaman inanılması güç tezgâhlara girişme çabaları, değişmez bir çizgi oluşturmuştur. Denebilirse, bu tutum, hızla gelişmekte olan kapitalist düzenin kalıcılığını sağlamanın güvencesi olarak görülmüştür.
Yetmiş küsur yıl önce ilk kez ortaya atılmış küçük Amerika olma sevdasının nasıl ve hangi şiddette sürdüğünü göstermek çok önemli değil. Daha önemlisi, çeşitli biçimlerde beslenip kışkırtılmış bu sevdanın, kuşkusuz başka etkenlerle birlikte, ülkeyi nereye getirdiği. Uzun süredir olup bitenlere bakıldığında, ülkenin getirildiği yere ilişkin birtakım çarpıcı örnekler seçerek, bu soruyu yanıtlamak mümkün.
Ama, oraya gelmeden, iki hafta önce “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?” sorusunu sorduğumuz yazının ana fikrinin altını çizmeliyiz. Bizim ülkemizdeki kapitalizmin az gelişmiş, çarpık, vahşi ve benzeri sıfatlar eklenerek zaman zaman ağız alışkanlığıyla hâlâ Batı dediğimiz emperyalist ülkelerdekinden ayırt edilmesi yanıltıcıdır. Oralardaki kapitalizm, örnek olsun, ne kadar vahşi ise bizdeki de o kadar vahşidir; çünkü vahşetin kökeni insanın insanı sömürmesi, bunun gittikçe artarak sürmesi ve düzenin her şeyi ile buna dayanıyor olmasıdır. Kapitalizmin özelliklerini anlatan sıfatlar açısından, o da önemsiz olmamakla birlikte, sadece bir derece farkının bulunduğu unutulmamalıdır. Yoksa, bütün düzen içi muhalefetin yakınıp yazıklandığı türden, “Keşke biz de bir Amerika, bir İngiltere, bir Almanya… olsak!” diye ah vah eder duruma düşmek işten bile değildir.
Şimdi gelelim küçüklü büyüklü Amerikalara…
Yukarıda birtakım çarpıcı örnekler seçerek “küçük Amerika” olmanın hakkını vermeye başladıklarını göstermek mümkün demiştik. Bunlardan biri, dış görünüşünden geçmişine kadar birbirinden farklı ekonomi uleması elemanları göreve getirerek ve onların komikliklerini sergilemelerini sağlamalarının da katkısıyla başardıkları, yok yoksul yığınların başlarını sokacakları bir dam bulmalarının imkânsızlaştırılmasıdır. Amerikaların büyüğündekine benzer bir “evsizler” kitlesi oluşmuş mudur, oradaki açıklıkla ortaya çıkmış görünmüyor henüz. Ama yakındır. Kapitalizmin bütün coğrafyalarda eksilmeyip artan vahşetinin yanı sıra “yetmiş iki buçuk millet”in en çaresiz yoksullarının dur durak bilmeyeceği anlaşılan göçlerinin etkisiyle, bu toprakların eski yoksul sakinlerinin her biri, yanında yöresinde birçok “evsiz” ile birlikte yaşamaya başladığında, şaşırmayacak belki de.
İrili ufaklı kentlerimizin, uydurulup dilimize girmesini aşağı yukarı altmış yetmiş yıl öncesine götürebileceğimiz deyimle, “Teksas’a dönmesi” bir başka örnek olarak verilebilir. Mafyatik örgütlenmeler ya da herhalde güvenlik birimlerinin basın bültenlerinde yaratılıp seçkin yazarların dillerine kadar giren bozuk Türkçesiyle “organize suç örgütleri”nin pıtrak benzeri çoğalması, hafifiyle ağırıyla türlü silahların günlük kullanımdaki sıradan araç gereçlere dönüşmesi, bütün bunlar, “küçük Amerika” özlem ve hedefinde çok yol alındığının aynı başlık altında toplanabilecek göstergeleri arasındadır.
Bir başka örnek, okulların açılması ile birlikte gündemin ilk sıralarına yerleşen ve hâlâ da oralardaki yerini koruyan temizlik ve hijyen konusu oldu. Bu bakımdan da mı Amerikaların küçüğüyle büyüğünü karşılaştıracak bu Amerika düşmanlığında kantarın topuzunu kaçırmış yazar, diye söylenenler olursa, evet o konuda da Amerika’dan aşağı kalmayız. Cümleyi tersyüz ederek yazalım bir kez de: Amerika’nın büyüğü küçüğünden aşağı kalmaz.
Nasıl yani, diye şaşkınlıkla soranlar olursa, devam edebiliriz.
İstatistiklerin havada uçuştuğu bir zamanda yaşıyoruz. Onlardan kayda değer yararlar elde edecek kimseler, bu kimselerden oluşan topluluklar, kurumlar, yapılar istatistiklerin derlenmesini ister, bunların güvenilir ve düzenli olmasını sağlayacak örgütler kurar; ama bazı konularda istatistik tutulmasını yararlı bulmaz, hatta tehlikeli sayar, dolayısıyla onların kullanıma sokulmasını istemez, bazılarını da sadece sınırlı sayıda kullanıcının bilmesini isterler. Oysa, özellikle bu sonunculara ilişkin en azından bir fikir edinmek için ille de istatistiklere bakmak gerekmez. Birçok durumda belli bir kuramsal çerçeveye ve gözlem gücüne sahip olmak yetebilir.
Böyle bir yeterliliği olanlar, alışılmış istatistiklerin yardımı olmadan, her günkü yaşantıları sırasında tanık olduklarına ya da tanıklıklarını aktaranlara bakarak hem yakın hem uzak çevrelerindeki gerçekliğin bilgisine kabul edilebilir sınırları aşmayan hatalarla ulaşabilirler.
Bu yöntemsel denebilecek ayraçtan sonra şuraya gelebiliriz: Bugün ABD’nin birçok yöresindeki devlet liselerinde temizlik ve hijyen sorunu bizim ülkemizdekinden çok farklı sayılmaz. Oralarda yakınları bulunanlar için bu yargının sınamasını yapmak hiç de güç değildir. Ayrılan kamusal kaynakların yetersizliği, yoksul emekçi çocuklarının, siyahların, Latin kökenlilerin son derece anlaşılır hoyratlığı ile birleşince şunlara benzer hoş olmayan, çoğu kez de bu deyişin anlatmaya yetmediği görüntüler, şaşırtıcı olmaktan çıkmaktadır: silinip temizlenmesi üzerlerine konulan eşyanın himmetine bırakılmış yüzeyler, öğretmenlerle öğrencilerin kimi zaman da velilerin el atmasını bekleyen kirli zeminler, pislik içindeki tuvaletler, kırılıp tahrip edilmiş pisuarlar, günlerce boş kaldığı için koparılıp atılmış sıvı sabun kapları, yağmurlarda aktığı halde bir türlü onarım sırası gelmeyen çatılar…
Amerikaları karşılaştırırken küçük olanında son günlerde ortaya çıkan gelişmeleri de atlamak olmaz: Artık hemen her konuda alışkanlığa dönüşen merkezi yönetim- yerel yönetim çekişmeleri, en ilkel hizmetleri bile sunmayan merkezi yönetimin şu ya da bu niyetle devreye giren belediyeleri engellemesi, buradan kaynaklanması olası polisiye olaylar, birçok okul binasına haftada üçer gün uğrayacak tek bir temizlik görevlisi türünden akıllara durgunluk veren çözümler falan da katılırsa, “küçük Amerika”nın fark attığı düşünülebilir. Sorun çözmekte olmasa bile sorun yaratmakta…
Ne demeli, atasözü bize aittir, onlarda da var mı, bilmiyorum: Boynuz kulağı geçer.