Yani yapılan hesaplara göre hem ABD/Batı hem de Rusya yeni bir askeri harekata sesini çıkarmayacaktır.

Kriz hali, savaş hali, seçim hali

Dün itibariyle dövizin önüne kurulan Kur Korumalı Mevduat barajı çöktü ve köpüğü alındığı iddia edilen dolar ve Euro yeniden köpürmeye başladı. Bunun geçen yıl Aralık ayında Erdoğan tarafından ilan edilen “Yeni Ekonomik Model”in iddialarının da çöküşü anlamına geldiğini, kaçınılmaz sonun pek de uzak olmadığını söyleyebiliriz.

Neydi o iddialar? Buna göre faizlerin aşağıya çekilmesi ve yükselen kurlarla birlikte Türkiye bir ihracat patlaması yapacak, ithalatta ise belli bir düşüş olacak, bu sayede bir yandan üretim ve istihdam artarken bir yandan da cari açık düşecek, cari açığın düşüşü beraberinde kurun düşüşünü, kurdaki düşüş ise beraberinde enflasyonun düşüşünü getirecekti.

Bilindiği üzere bunların hiçbiri olmadı; bilakis bugün gelinen noktada cari açık da enflasyon da altı ay öncesine göre çok daha yüksek, yapay bir şekilde bir süre sabit tutulan döviz ise zincirlerini kırmaya hazırlanıyor. Üstelik Türkiye toplumu daha önce eşi benzeri görülmemiş bir hızda yoksullaşıyor ve belki de ilk kez, geniş kitleler yoksulluğu temel gıda maddelerine ulaşmakta zorlanmak ya da hiç ulaşamamak şeklinde deneyimliyor.

Dolayısıyla şunu çok net bir şekilde söyleyebiliyoruz: Eğer ilahi denilebilecek bir mucize yaşanmazsa, iktidarın ekonomiyi kısmi denilebilecek bir şekilde bile düzeltme ve seçimlere öyle gitme ihtimali ortadan kalkmış durumda.

Ekonomide bu noktaya gelindikten sonra, “battı balık yan gider” misali ve can havliyle bütünüyle enflasyonist politikalara dönülebilir ve kamu çalışanlarının maaşlarında, emekli maaşlarında ve asgari ücrette ciddi denilebilecek ölçüde artışlar söz konusu olabilir; ancak bunlar da mevcut tabloyu değiştirmeye kolay kolay yetmez, bu nedenle de seçimi kazanmak adına, bir kenarda zaten bekletilen diğer planlar üzerine daha çok kafa yorulmaya başlandığı tahmin edilebilir.

Bu planların özünde yapılacak seçimlerin “serbest seçimler”den başka her şeye benzemesi olduğunu bu köşenin takipçileri gayet iyi biliyor, çünkü uzunca bir süredir burada “seçimle gitmeme konsepti” adını verdiğim bir konseptin iktidar tarafından adım adım hayata geçirilişini izlemeye ve anlatmaya çalışıyorum. Bu nedenle de önce, hafıza tazeleme adına, yaklaşık iki yıl önce yazmış olduğum 22 Temmuz 2020 tarihli yazımdan biraz uzunca bir alıntı yapmak istiyorum:

Bekçi yasası, paralel baro yasası, Ayasofya kararı, sosyal medyaya yönelik sansür yasası, iktidarın oylarını artırmak adına attığı adımlar olarak değil, “seçimle gitmeme” yönündeki stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. İktidar toplumsal rızayı üretmekte zorlandıkça ve ihtiyaç duyduğu oy oranına ulaşamayacağını gördükçe, halka daha çok sopa göstermekte, zor politikalarına daha çok başvurmaktadır. 

“Seçimle gitmemek”, bundan sonra Türkiye’de seçimlerin yapılmayacağı anlamına gelmemektedir elbette. Yunanistan, Libya ve Suriye’de atılacak kimi adımlarla “savaş konsepti” üzerinden ülkenin önüne sandık konulmasından vazgeçilmesi de ihtimal dâhilindedir ama daha güçlü olan ihtimal TBMM çoğunluğu için seçim yasasının değiştirilmesi, cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanılması için ise karşı ittifakların dağıtılmasından tutun da dini ve milliyetçi hezeyanlar üzerinden toplumu kutuplaştırmaya ve muhalefeti hizaya getirmeye uzanan genişlikteki ve şimdilerde emarelerini gördüğümüz bir “master plan”ın devreye sokulmasıdır. 

İki yıl sonra geldiğimiz nokta yukarıdaki satırları doğrulamış gibi görünüyor. Artık düzen muhalefeti de dahil herkes “seçimle gitmeme konsepti”ni kabul ediyor ve buna uygun bir stratejinin ne olması gerektiği üzerine odaklanılıyor. Geçen hafta Kılıçdaroğlu’nun SADAT’a gidişinin gerisinde bunun oluğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Öyle ki CHP içerisinden aldığı bilgileri aktardığını söyleyen Fatih Altaylı’ya göre Kılıçdaroğlu’nun SADAT ziyaretinin gerisinde şöyle bir istihbarat bilgisi bulunuyor:

Erken veya zamanında seçim akşamı Yüksek Seçim Kurulu’ndan veri akışı engellenecek. Sonra AK Parti lehine veriler kanalara iletilecek ve gece erken saatlerde iktidarın seçimi kazandığına dair TRT ve hükümete yakın kanallardan yayın yapılmaya başlanacak. Aynı anda sokaklarda SADAT kontrolündeki gruplar kutlamaya yapmaya başlayacak. O andan itibaren hiç kimse aksini iddia eden bir tutum takınamayacak, bir anlamda atı alan Üsküdar’ı geçecek.

Bu bilgi doğru mudur bilemiyoruz ama bunun masadaki senaryolardan ve planlardan sadece biri olduğunu tahmin edebiliriz. Başka hangi senaryolar/planlar üzerinde çalışıldığını ise Erdoğan’ın pazartesi günkü kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamalara bakarak ve iki yıl önceki yazımda işaret ettiğim çatışma alanlarını hatırlayarak anlayabiliriz.

Erdoğan konuşmasında “artık benim için Miçotakis diye biri yok” diyerek Yunanistan Başbakanı ile yapacakları Stratejik Konsey Toplantısı’nın iptal edildiğini ve kendisiyle artık görüşmeyeceğini bildirdi. Bu resti elbette ki bir süredir Yunanistan’la Ege’de yaşanan gerilimden, yeni ABD/NATO üslerinden, F-16 satışı meselesinden ve yine elbette ki İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği üzerinden başlatılan yeni pazarlık siyasetinden ayrı bir şekilde okuyamayız.

Seçimlere giden Türkiye’de, doğal olarak “iki NATO ülkesini karşı karşıya getirecek bir çılgınlığa ne kadar kalkışılabilir” sorusunu akılda tutmak kaydıyla, Yunanistan’la gerilimin yükseltilmesi ve bunun bir yerinden ABD/NATO ilişkilerine, hatta yapay bir anti-emperyalizme bağlanması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Hele bir de önümüzde Macaristan seçimlerinde benzer bir taktik, yani anti-NATO bir tutum izleyen Orban örneği varken bu ihtimal daha da artmaktadır.

Ancak bir “savaş hali”yle seçime gitme planı hayata geçirilecekse Suriye bunun için daha “uygun” bir zemin niteliğine sahiptir. Çünkü iktidar, NATO’yla yürüttüğü İsveç ve Finlandiya pazarlıklarının kendisine Suriye’de yeni bir hareket serbestisi yarattığına inanmaktadır. Ama mesele sadece bununla sınırlı değildir; iktidar cenahında, Rusya-Ukrayna savaşında katıksız bir Amerikancılık yapmak yerine izlenen görece dengeli siyasetin ve NATO içerisinde yaratılan çatlağın Rusya’nın Suriye’deki yeni bir operasyona cevaz vermesini sağlayacağına dair hesaplar yapılmaktadır. Yani yapılan hesaplara göre hem ABD/Batı hem de Rusya yeni bir askeri harekata sesini çıkarmayacaktır.

Bu operasyonla ise birden fazla kuş vurulmak istenecektir. Operasyona paralel bir şekilde HDP’nin kapatılması, toplum ve muhalefet üzerindeki baskının daha da artırılması, fiili ya da resmi bir OHAL rejimi ve tüm bunlara ek olarak ele geçirilen yerlere bir kısım sığınmacının otobüslere bindirilip gönderilerek yerleştirilmesi gibi ardı ardına yapılacak hamleler oya tahvil edilmek isteneceği gibi, bunlar aracılığıyla sandığın manipülasyonu da hedeflenecektir.

Tüm bu planlardan bu şekilde bahsetmek elbette ki bunların hepsinin kusursuz bir şekilde hayata geçirileceği, iktidarın istediği her adımı kolaylıkla atacağı ve başarılı olacağı anlamına gelmez. Ancak, sandığa ve seçim gününe sıkışmış, kürsülere hapsolmuş bir siyaset de bu planların hayata geçirilmesini öyle kolay kolay önleyemez. Geçen haftaki yazıda da belirttiğimiz üzere, tüm bu oyunları ancak halkın, toplumun, kitlelerin dahil olduğu, gerçek talepleriyle siyasal alanda yer aldığı, sesini çıkardığı, sözünü söylediği bir siyasal strateji bozabilir. Bir kez daha söylemek gerekirse, “çünkü halkın kendi kaderine sahip çıkacağını gösterme iradesi kadar güçlü bir silah henüz icat edilmemiştir.”