“Şimdi kaybedecek bir günümüz yok, sonra oynarsın, boşuna değildi” dedi Nimet Teyze, göğsünde Ayhan’ı sallarken. Yoksa, TKP mi dedi bunu?

Korkma, yanımda kal

Henüz on yıl geçmişti, “az zamanda yapılan çok ve büyük işler”in en başına yazılan Cumhuriyet’in ilanının üzerinden, o ünlü söylev verilirken. Ve başarı vaatlerinde hiç yanılmadığını söyleyen Mustafa Kemal’in, “ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük bayramı daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlama” dileğinin bile bir daha yerine gelemeyeceğini, o gün o coşkulu meydandaki kimse düşünemezdi. 

Tarih, temennilere kulak asmaz. Nitekim, klişe deyimle bütün devrimci barutunu burjuva sınıf niteliğinin kaçınılmazlığında tüketirken, sola karşı ördüğü kabuğun, genişledikçe elini kolunu  bağladığı, soluk borusunu tıkadığı cumhuriyet, günden güne, sermayenin, emperyalizmin, gericiliğin aralıksız kemirdiği en temel niteliklerini yitire yitire,  101’inci yıla vardığında, uzanan dalları budanmış bir kökten ibaretti. Bu kök, az şey değildi ve çöken uğursuz karanlıktan çıkışın önemli bir manivelasıydı kuşkusuz, ama kim toprağını havalandırıp, can suyunu verecekti ki, hayata dönsün… Tekmil budayıcılar mı?

Böyle böyle, “nerede tören bolsa, orada içerik azdır” sözüne bile razı olunan bir yıldönümü geçti gitti. O geçip giderken, Bahçeli’nin “uzattığı el” daha havadaydı ki, “Yeni Kürt açılımı” analizleri yükseliyordu ki, hatta Ufuk Uras’ın gül yüzü yeniden ekranlardaydı ki, CHP’li Esenyurt Belediyesi’nin başkanı tutuklandı, yönetimine kayyum atandı ve İstanbul da bu uygulamayla tanışmış oldu. “Yeni Açılım”, yok “gafil avlama”ydı, yok “Anayasa pazarlığı”ydı, yok İmamoğlu’na “bir gece ansızın” şarkısıydı, yok CHP’ye “sıtma ikramı”ydı, yok Bahçeli’ye “az höst”tü, daha nice değerlendirmeler gırla gitti hafta boyu. “Ülen mitingi hangi köşede yapsak” diye dört dönen CHP’nin yanında arz-ı endam etmeyen TKP’ye pek kızdı “gerçekçi, güç denge”ci sözde sol. 

Bunlar kamuoyunun gündemine paldır küldür girerken, cemaat yurtlarında çocuk istismarları, şiddet sürüyordu. Kadınlar sokak ortasında, gözler önünde, fütursuzca öldürülüyordu. Açlık sınırının altında bir gelirle canlı kalma uğraşındakiler, işsizlikle “terbiye” yetmiyor, iş cinayetlerinde ölüyordu. Emeklilere açık açık “ölün de masraf açmayın” deniliyordu. Bebek hayatı metalaşıyor, çocuklar kayboluyor, her gün birkaçının cansız bedeni üzerine lanetli bir sır perdesi, gazete üçüncü sayfası gibi örtülüyordu.

Örtülen üçüncü sayfanın altına sinmiş holdingler, yerin göğün, ağacın suyun, emeğin insanın, toprağın kamu malının, kendilerine açık büfe sunulmasını kibarca kabul ediyor, bu yağma sofrasında hapur hupur tıkınan “efendiler”, ücretlilerin ve esnafın “vergiler cehennemi”nde zebani muaflığının keyfini sürüyordu. “Alman usulü” bile yoktu, masanın hesabını halk ödüyordu.

Holdingler halkın sırtından keyif sürerken, suç ortakları, ticaret ehilleri de ihmal edilmiyor, tarikatlara, vakıflara, cemaatlere, mafyaya devletin bütün toplumsal sirayet kurumları üleştiriliyor, “yurt sathı”nda cirit atmalarının önünde hiçbir engel bırakılmıyordu.

Ve Cumhuriyet, diyorduk, erdi 101 yaşınaaa… İlelebet… Payidar… Kolonya buyurun…

İçiniz daralmasın. Bunları ve çok daha fazlasını biliyor, yaşıyorsunuz, bu fuzuli döküm çok gereksiz ve yetersizdir, biliyorum. “Bir jölemsi bataklık”tan soluk soluğa çıkmaya uğraşıyoruz demiştim, durmadan kıvamı artıyor da olabilir...

Ama bir şey söyleyeyim. Tesadüfen, ailesinin kayıp ihbarıyla başvurulan programda, tanıkların anlatımında görmüştüm Şirin Elmas Hanilçi’ni. Ertesi gün “sadece altı kez bahar görmüş” bedeni cansız bulundu. Kıvam artıyordu, evet… Günle değil saatle ölçülür bir hızla… Ama bir şey söyleyeyim. Bu ülkede TKP var, hani “böyle bir parti var” denilmişti ya bir zaman, işte öyle.

Şirin’in bedeni bulunduğunda, “bir günümüz daha yok! Çocuklarımızı koruyamayan, kadınların katledildiği, gençlerin umutlarını yitirdiği bir Türkiye'de bu düzeni yıkmak için kaybedecek bir günümüz daha yok. Çocukları yaşatacağız. Umutla, güvenle, mutlulukla yaşayacaklar. Bu düzen değişecek!” dedi o parti. Dinsel mesel değildir, herhangi bir kıyıda kurdun kaptığı bir kuzunun sorumluluğunu duymak. Sınıf duruşu, emekçi erdemidir. O yüzden, “kaybedecek bir günümüz daha yok!” denilmişse, bu ciddidir. Umudun, güvenin, mutluluğun safında, derhal ve gereğince mevzilenmede tereddüt, yeni cinayetlerdir, soygunlardır, kötülüklerdir. Kıvam koyulaşmasıdır.

Ama bir şey söyleyeyim…

* * *

üstüme bir silah doğruldu sandım / rüzgâr beline dolandığında bir dalın / korktum, güldüm, kendime kızdım / bugün de ölmedim anne…

Bilmediğiniz bir telefon numarası ulaştırılır bir gün size, tanımadığınız bir isme iliştirilmiştir. Bir başka telefon numarası için aracı olacağı notu vardır iletenin. Hiç unutamadığınız bir isme bağlayacaktır sizi.

Tam 45 yıl önce, ağıtları delip geçen bir suskunluğun ortasında, bomboş iki kolundan göğsünde salıncak kurmuş, incitmekten korktuğu bebeğini uyuturcasına aralıksız sallanırken; uzaklara, çok uzaklara diktiği, hiç kırpmadığı gözlerinden yaşlar inerken zihninize kazınacak olan, elinizden başka hiçbir şey gelmediği için, ürkütücü bir çaresizlikle sadece omzuna sarılabildiğiniz kadına bağlayacaktır vereceği birkaç rakam. 

Tam 40 yıl önce, elini öpüp başınıza koyduğunuz, “hayır duasını” aldığınız, bir bilinmeze uzanan yolu aksayarak adımlamaya başladığınızda arkanızdan bakakalan, gittikçe küçülen, kımıltısız bir kadına…

insan neler duyar anladım o zaman / can alıp başını bedenden / alıp başını giderken…

Yolculuğunuzun vardığınız noktada başlayacağını bilemezsiniz, uzun uzun dönemezsiniz, gittikçe küçülen nice siluet arasında, ince bir sızının belli belirsizliğinde, o, oğulları eksilmiş kadın da vardır.  

bana böylesi garip duygular / bilmem niye gelir, nereye gider? / döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar / bugün de ölmedim anne…

Tam 35 yıl önce, eşiğinde bir eli öpüp başınıza koyduğunuz kapıyı bulamazsınız. Muhtelif rivayetlerle kaybolursunuz, kaybedersiniz. Sonra hayat alır götürür sizi, unutamadığınız her şeyi o ince sızıyla gömer içinize, yürürsünüz. Küçülür gittikçe bakakalanlar, yürürsünüz… Öyle olmalıdır, öyle olur…

bir kitaba başlar gibi / koşarken yavaşlar gibi / ölen arkadaşlar gibi / sessiz, sitemsiz…

Tanımlanan belirtileri tutuyor tümüyle, ama verilen bütün isimler uydurma gibi geliyor, bilimsel değil de yakıştırma sanki, gene de kullanırsam, çevirmeli telefon günlerinden beri “telefobi”m var. Kaynağını kestirsem de, bunu ve bağlandığı “sosyal endişe” silsilesini açıklayamadığım ya da bana yakıştıramayan bütün yakınlarım bu yüzden sitem ederler hep. “Bir kere de aç şunu…”

Tam 35 yıl sonra, şakaklarımdaki ter bu anksiyeteden değildi, elimdeki telefona gözümü diktiğimde.

Yoğun kıvamlı bir bataklığa gömülürken, bir kamış marifetiyle soluk alınır ya fantezilerde. Şakaklarımda ter, 11 rakamlı bir kamış heyecanı. 

– Alo, Nimet Teyze, Asaf ben, nasılsın?

bir siyah beyaz fotoğrafta pus gibiyiz / belki biraz önce birini kaybetmişiz / siz hiç eksilmediniz mi, biz çok eksildik / korkma yanımda kal, şarkılar gibi...

Annem imzalı notlarına güler gibi “alo” dedi sanki. Hasan Kızılkaya yoldaş doğrulup “alo” dedi. Babam çocuk elimden tuttu, “alo, sarımsak kafalı” dedi sanki. Sait Faik’in “müthiş bir tren”i gürüldeyerek geçti kıyısından baktığım tüneli.

– Alo, Asaf, yavrum?

Ayhan Hınçal, 45 yıl sonra “alo” dedi sanki. Biliyordu, hal sormadı, hatır sordu. Biliyordum, hal sormadım, hatır sordum.

Bir kapı eşiğinde durdum, el öptüm, başa koydum. Gitmedim, aksadım, korkmadım, Şarkılar gibi.

Ama bir şey söyleyeyim… Ben, Yazılama sayesinde Nimet Teyze’ye 35 yıllık seslendim, 45 yıllık bir ses duydum. Müteşekkirim.  Ne mi konuştuk? Haha, sadece “beni kim alır Nimet Teyze” deyince, “niye be, sen ne güzel, ne akıllı çocuktun” dediğini bilin. Öbür sıfatları boşverin, “çocuk” dedi bana Ayhan’ın annesi.

Vınn, dedi bir topaç. Bir mermiyi misketle parçaladım. Ayhan topuğunu yamuk bastı. Hasan’ın gülüşü ne güzel. Bir tren geçti. Annem, el etti. Kıvam seyreldi.

“Şimdi kaybedecek bir günümüz yok, sonra oynarsın, boşuna değildi” dedi Nimet Teyze, göğsünde Ayhan’ı sallarken. Şarkılar gibi…

Yoksa, TKP mi dedi bunu? Ne fark eder? Anne? 

bu deniz neden kırmızı, kimse bilmiyor / kimse sormuyor, neden siyah sus gibiyiz / belki biraz önce birini kaybetmişiz /bir hikâye bitmiş ansızın, ölüm başlamış / korkma yanımda kal, şarkılar gibi…