Bir yanda başını sokacak yer bulamayan insan sayısı artarken diğer tarafta içinde kimsenin oturmadığı ev sayısı artmaktadır. Tam kapitalizme yaraşır bir kepazeliktir.

Konut sorunu!

AKP iktidarı yeni bir konut reformunu hayat geçirdi. Daha önce de belirtmiştik, kavramların kendilerine yönelik bir düşmanlık oldukça çocukça bir tavır gibi görünebilir ama özünde öyle değildir. Çünkü kavramlar, onları çeşitli siyasi ve iktisadi amaçları için bolca kullananların niyetlerinden dolayı, tarafsız değillerdir. Nitekim biz de AKP iktidarları döneminde “reform” kavramından korkar olduk. Her reformun omzunun üzerinden bir çapanoğlu fırlıyor gibi hissediyoruz artık. Önce reform, sonra reforma reform, en son olarak da reformun reformuna reform; bitmeyen reformlar dizisi. Aslında bu kadar çok reform kurdukları ve idare ettikleri yapının başarısızlığının açık kabulü anlamına geliyor ya pek farkında değiller gibi. Neyse tüm bu reformlar bize Türkiye’de konut sorunu olduğunu gösteriyor. Rakamlar da bunu teyit ediyor. 

Ancak bu sorun bize, bu zaman ve bu ülkeye özel bir sorun değil ki. Hayatımızı, ufkumuzu ve umutlarımızı çürüten bu toplumsal sistemin başından beri baki olan bir sorun nitekim. Bunu da Engels’in meşhur Konut Sorunu isimli küçük kitapçığından biliyoruz. Aslında bu kitapçık 1872 ile 1873’de yayınlanmış bir dizi gazete yazısının toplamıdır. Engels’in buradaki yazıları polemik yazılarıdır. Birincisi ve üçüncüsü Proudhoncu Mülberger’in konut sorununa yönelik sıradan Proudhoncu tezlerin eleştirisi üzerinedir. Bunlarda Engels Marx’ın Proudhon’a yönelik şiddetli eleştirisi devam ettirir. İkincisi ise Viyanalı Dr. Emil Sax’ın İşçi Sınıfının Barınma Koşulları ve Bunlarla İlgili Reform adlı eserine yönelik derinlikli bir reddiyedir. Burada Engels sıradan burjuva hayırseverliğine dayanan konut sorunu çözümünü derinlikli bir eleştiriye tabi tutar. Bu küçük kitapçık boyutunu ve hacmini aşan bir parlaklığa sahiptir. Engels’in bu küçük kitapçıktaki yargıları ve değerlendirmeleri bugün için bile hala geçerlidir. Bunlara yazının sonunda dönülecektir. 

AKP’nin son konut reformu çabaları (sosyal konut projesi ve kredi kolaylığı sağlayan son adımı) aslında ortada duran ciddi bir sorunu teşhis etmemiz açısından önemlidir. Peki bu sorun ne kadar büyüktür? 

Sorunun boyutunu teşhis etmeden önce birkaç belirlemede bulunalım. Engels haklıdır; kapitalizmde konut sorunu kendi başına çözülecek bir sorun değildir; tıpkı sistemin sırtımıza yapıştırdığı diğer sorunlar gibi. Tekil bir sorun üzerine yoğunlaşarak bunu sistem içinde çözmeye çalışmak kuşkusuz bayağı reformizmdir. Gerçi emekçi sınıfların sorunlarının çözümü açısından içinde yaşadığımız dönem gibi dönemlerde reformlar da gereklidir. Üstelik bu reformlar karşılığında elde edilen haklar işçi sınıfının özgüvenini artıracaktır; özgüven artışı ise hem sınıf siyasetini güçlendirecek hem de sınıfı tarihsel misyonuna hazırlayacaktır (dolayısıyla kapitalizmin yapısal olarak yaratığı her türen sorunu o kutlu günün sonrasına bırakmayı tercih etmek apolitik bir garip sosyalizmin doğuşuna yol açacaktır). Ancak burada “reform”un mahiyeti çok önemlidir. Bu “reform” pek tabi ki burjuva siyasetinin bağnaz ve tutucu cenahı ile ona muhalif reformist kanadının “reform”larından farklı olacaktır. Olmak zorundadır. Nasıl? Sonra konuşacağız. 

Hakikaten sorun ne kadar büyüktür? Aslında Türkiye kapitalizminin II. Savaş sonrası toplumsal tarihinin en belirgin motiflerinden biri konut sorundur. Bağımlı sanayileşme ve ona bağlı kentleşme dalgaları sorunun boyutlarını büyütürken soruna getirilen afaki çözümlerin her biri sorunu çözmek bir yana daha da ağırlaştırmıştır. Demokrat Parti iktidarlarından bu yana kırsal bölgelerden devşirilen yedek işgücü ordusu kentlere akmaktadır. Türkiye kapitalizminin yapısal ve bölgesel eşitsizlikleri dolayısıyla bu akış belirli bölgeleri tercih edegelmiştir hep. Dolayısıyla güdük sanayileşmenin tetiklediği işçileşme ve kentleşme kent merkezlerinde hem toprak rantını hem de mekansal rantları şişirmiş, böylece sadece bu rantlardan yararlanan asalak bir kitlenin oluşumuna yol açmıştır. Emekçilerin sefaleti sadece sanayi burjuvazisinin zenginliğinin değil bu asalak kentsel rantiye kesimin zenginliğinin de kaynağı olmuştur. 

Menderes döneminde başlayan büyük kentlerin varoşlarının köy benzeri kentleşmesi, Özal döneminde zirve yaptı. 1970’lerde sol güçlü iken başlatılan emekçilere yönelik sosyal konut ve sosyal mekan projeleri 1980’lerde sermayenin karşı saldırısında şehit düştüler (örneğin Ankara’daki Batıkent böyle hülyalı bir proje idi, şimdi geniş bir rant alanıdır). Sorunu çözmenin maliyetini üstlenmek istemeyen burjuvazimiz ve kudretli devletümüz kamu arazilerinin yağmalanmasına ses çıkarmayarak kentlerin çeperlerinde emekçilerin sefalet içinde yaşadıkları varoşların ortaya çıkmasına birlikte el verdiler. Köylerinden ve geçim araçlarından mahrum bırakılan büyük kitleler bir döşek, bir yorgan ile geldiler aslında onlara çok da bir şey vaat etmeyen kentlerin kıyılarına. Brezilya’daki favelaları aratmayacak mezbeleleri inşaat artığı malzemelerle kurdular. Ancak aslında kamuya ait araziler için bile para ödediler aracı olan asalak yağmacı rantiyelere, çetelere. Ankara’nın, İzmir’in ve en başta İstanbul’un kente benzemeyen, ancak köye de benzemeyen varoşları böyle doğdular. Her birinde birer Keşanlı Ali Destanı yazıldı sürekli. Onlar varoşlara yığıldıkça burjuvazinin kârları da yığıldı. Emekçilerin ve kent yoksularının altyapısız, bakımsız yaşam alanları bile bazıları için müthiş bir rant kapısı oldu. Bu emekçilerin en yoksul kesimlerinin hikayesiydi. 

Daha hali vakti yerinde emekçilerin (nitelikli emekçilerin, memurların) konut sorunu ise başlarda kapitalist devletin güdük toplu konut adımlarıyla bir yere kadar çözülmeye çalışıldı. Devletin kurumlarının ve KİT'lerin lojman politikası ve konut yardımları bir nebze sorunu giderdi. Onların eksik kaldığı yerde bu defa sayıları az olsa da geniş ölçekli sosyal konut projeleri (tekrar edelim Ankara’da Batıkent ve Yüzüncü Yıl’daki işçi konutları gibi) gediği kapatmaya çalıştılar. Ancak yetmedi. Sonra 12 Eylül faşizmiyle birlikte kentsel konut alanları rantiyelerin ve kapkaççıların egemenliğindeki ormana dönüştüler. Daha hali vakti yerinde emekçiler devletin denetiminin ve desteğinin yokluğunda her türden yağma ve ihlal ile süslenmiş kooperatiflerin kucağına düştüler. Nerdeyse her aile kooperatifzede haline geldi. Varoşlarda altyapısız denetimsiz konutlar ve kooperatiflerin her türden denetimden azade yapılaşmaları özellikle deprem riskinin yüksek olduğu büyük kentlerde betondan oluşan şekilsiz ve yıkılmaya hazır bir garabet yarattı. 

AKP dönemiyle birlikte şekilsizlik arttı, garabet büyüdü. Eskinin varoşları ve şekilsiz apartmanları kentsel dönüşümcü bir rant açlığının kucağına düştüler. Dahası AKP eskinin düzensiz ve kaotik yapısını düzenleyen ve özelikle inşaat sektöründe kayırmacı bir yapıyı kurumsallaştıran TOKİ’yi işlevsel hale getirdi. TOKİ bu anlamda giderek yükselen kentsel rantları düzenleyen ve bunları seçilmiş sermaye grupları arasında dağıtan bir kuruma dönüştü. Bir görev paylaşımı ortaya çıktı. Düşük ve düşükten hallice gelire sahip olanlara yönelik konut yapımını TOKİ üstlenirken, kentsel sermaye ve mülk sahiplerinin giderek yükselen yüzsüzlüklerinin temaşası haline gelen rezidanslar, müstakil evler, güvenlikli sitelerin inşası ise bu konuda uzmanlaşmış inşatçı müteahhit firmaların ellerine bırakıldı. Böylece kentsel dönüşüm adı altında sürdürülen geniş ölçekli ilkel birikim kentsel mekanların sınıfsal ayrımı iyice dışa vuracak şekilde yeniden düzenlenmelerine yol açtı. AKP’nin inşaat sektörüne yönelik özel ilgisi aslında kentsel rantların patlamasından kaynaklandı ve bu patlama bir yerde kendisini yaratan özel ısrarcı ilgiyi besledi. Konutun yaşamsal bir gereklilikten çıkıp bir tür spekülatif yatırım aracına dönüşmesi süreci de tamamlanmış oldu. Sorun çözülmedi, çözülemedi. Kalıcılaştı ve derinleşti. Ancak ne kadar?
Son yirmi yıldır gırla konut yapılmakta ve konut stoku hızla büyümektedir. Ancak diğer taraftan konut sahipliği oranı düşmektedir hızla; son verilere göre toplam haneler içinde konut sahipliği oranı % 58’lere kadar gerilemiştir. Türkiye’de neredeyse her iki haneden biri kiracıdır. Konut sahibi olanlar içinde ise mülkiyet düzeyinde muazzam bir yoğunlaşma vardır. Az sayıda hane giderek daha çok sayıda evin sahibi haline gelmektedir. Bir zamanlar Yeşilçam parodilerinde mizah konusu olan apartman sahibi sonradan görme tipler şimdi her yerdedir; ancak daha modern ve daha gösterişli bir şekilde; ve fakat aynı kıvamsızlık ve sonradan görmeliği muhafaza ederek. Başlarda küçük işletmeler olarak hayata başlayan emlakçı gayrı menkul işletmeleri yerlerini Türkiye çapında faaliyet gösteren birkaç büyük gayrı menkul şirketine bırakmıştır. Kentsel rantlar şiştikçe bu firmalar da büyümektedir. 2019’dan bu yana özellikle büyük kentlerde konut fiyatları % 600 civarında artış göstermiştir. Kiralardaki artış ise daha yüksektir. Üstelik ev sahipleri ve emlakçılar ittifakı eski kiracılardan kurtulmak ve daha yüksek kira ile yenilerini bulabilmek için sürekli yeni yollar denemekteler. 

Bu tablonun yaratığı çelişkiyi anlamak için konut arzına da bakmak gerekiyor. Özelikle büyük kentlerde konut arzı son 20 yılda hızla artmıştı belirtildiği gibi. Dolayısıyla konut sayısında sıkıntısı yoktur ve var olan konut stoku tüm haneleri ev sahibi yapmaya yeter; sorun mülkiyet düzeyindedir. Bağımsız araştırmalara göre Ankara, İstanbul gibi kentlerde boş ev sayısı hızla artmaktadır. Ne yaman çelişki? Bir yanda başını sokacak yer bulamayan insan sayısı artarken diğer tarafta içinde kimsenin oturmadığı ev sayısı artmaktadır. Tam kapitalizme yaraşır bir kepazeliktir. Aslında durum konutun artık yaşamsal bir gereklilikten çok bir spekülatif yatırım aracı olduğunu göstermektedir. Boş konutlar anlaşılan mesken rantı için elde tutulmaktadır. Durumun bilincinde olan inşaatçı müteahhit firmalar bile tavırlarını değiştirmekteler. Eskiden evin güvenli bir yaşamın gereği olduğuna dair reklamlardan geçilmezdi; şimdi billboardlarda yaptıkları evleri iyi birer yatırım diye sergilemekteler. Bu türden bir yatırımı bu ülkede pek mutlu, çok mutlu küçük bir azınlık dışında kimse yapamaz herhalde. 
Üstelik tüm bu konut histerisi estetik olarak biçimsiz ve şekilsiz kentler yaratmaktadır. Servet ve mülk sahiplerinin yeni aşkı olan cafcaflı rezidanslara bir bakmanız yeterlidir; çirkinliğin ve zevksizliğin dışavurumudur hepsi. Dahası tüm deprem ve diğer doğal afet risklerine karşı onca uyarıya rağmen bütünüyle kontrolsüz işleyen bir süreçtir gözlerimizin önünde gerçekleşen. Kontrolsüzdür, çünkü AKP dönemiyle birlikte zaten zayıf ve yetersiz olan yapı denetim işinin kendisi bir rant kapısı olmuştur. Buna imza rantı diyelim; bağımsız ve pervasız denetim şirketleri attıkları imzalar karşılığında yüksek paralar alan, ve fakat denetime tamamen boş veren rantiyelere dönüştüler. TOKİ ise kamu kaynaklarıyla belirli inşaat şirketlerini besleyen bir garip kuruma dönüştü. Üstelik TOKİ eliyle yapılan konutlar artık sabit gelirlilerin güçlerinin yetmeyeceği, aylık taksitleri sabit gelirlilerin karşılayamayacağı seviyelere çıkan meskenlere dönüştü. Neticede AKP ile birlikte konut sorunu katmerlendi. Artık sıradan denenmiş yollarla çözülemeyecek bir düğüme dönüştü. 

Engels’e geri dönelim. Engels Proudhoncu Mülberger’in her emekçi kira şeklinde yaptığı ödemelerle içinde oturduğu evin sahibi olsun önerisini küçük burjuvazinin safdil reformizminin bir örneği olarak damgalar ve reddeder. Engels’e göre sorun emekçileri küçük bir ev, küçük bir bahçe sahibi yaparak çözülecek bir sorun değildir. Hatta bu türden bir projenin hayata geçirilmesi sermayedarın emekçinin ücretini düşük tutmasını görece meşru hale getirecektir. Engels üstelik konut sorununun sadece emekçileri ilgilendirmediğini ve genel bir toplumsal sorun olduğunu ilave ederek, dolayısıyla, bu sorunun ancak toplumsal sistemdeki radikal bir değişiklikle aşılacağını iddia eder. Ancak hiçbir şey yapılmayacak mı?

Yapılmalıdır. Bir konuda Engels haklıdır; emekçileri veya diğer kent yoksullarını ev sahibi yapmak sorunu çözmeyecektir. Konutun spekülatif bir yatırım aracına dönüştüğü bu kontrolsüz ortamda kentsel rantlara yenisini eklemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır bu iyi niyetli adım. Bunu bir örnekle açıklayalım. İngiltere’de sermayenin başdeğnekçisi Thatcher iktidara geldiğinde kamu mülkiyetinde olan ve içinde emekçilerin oturduğu büyük bir konut stoku vardı. Genellikle yerel yönetim birimleri tarafından yapılan ve adına Council House denilen bu sosyal konutlardan 1950’lerin başından 1979’a, yani Thatcher’ın karşı taarruzuna kadar 4,5 milyon tane yapılmıştı. Üstelik bu konutlar büyük kentlerin görece merkezi yerlerinde konumlanmışlardı. Thatcher bunları toplumu ürkütmeden tasfiye etmeye karar verdi. Bu konutları içlerinde oturanlara rayiç fiyatın çok altında devretti. Ancak bu konutlar bahsedildiği gibi kentlerin merkezi yerlerinde konumlanmışlardı ve muazzam bir rant vaat ediyorlardı; hem de yüksek düzeyde tamir ve bakım istedikleri halde. Thatcher bu hamlesiyle kamu mülkiyetindeki sosyal konut üretimini durma noktasına getirdi. Sonraki yıllarda sağlanan sosyal konut sayısı çok azaldı. Dahası Thatcher’ın hamlesi sonrasında satılan evlerin yaklaşık yarısı içinde ev sahiplerinin oturmadığı yüksek kira getiren, sıkça alınıp satılan konutlara dönüştüler. Sıkça el değiştirdiler. İlk sahipleri başta kendilerince iyi fiyatlara sattılar evleri ancak sonrasında sattıkları evlerin yanına bile yaklaşamadılar elde ettikleri gelirle. Thatcher’ın hamlesine destek veren bilcümle avanak bunu “mülkiyet hakkı demokrasisi” diye yutturdular, sonuç ise servet ve mülk sahiplerinin elinde spekülasyon ve rant kaynağına dönüşen konutlar oldu. 

Dolayısı ile haneleri ev sahibi yapmak çözmeyecek sorunu. Konutların ve konut üretiminin kamusallaştırılması ve evin bir yatırım aracı olmaktan çıkarılarak gerçekten yaşamsal bir alan çevrilmesi gerekir. Konut sorununu çözmek isteyenler açısından tek gerçekçi reform bu olacaktır.