Başkan olmuşmuş Ali, demek ki Fenerbahçe artık onunmuş! Yok ya! Siyah Çoraplılar’ı bilir misiniz siz? İşgalci Harrington’un kıçındaki çubuklu voleyi?
Fenerime uğru yeşil tatlı pembe sürülmüş
Yanında ne ki Koç’lar Sabancı’lar
Cemal Süreya
Tabii, epey bir geçmişi var, ancak, geçen haftaki Göztepe – Fenerbahçe maçında yaşanan ve FB Başkanı Ali Koç’un darp edilmesiyle doruğa varan, hezeyanlı tartışma / saldırı / karşısaldırı ortamı, ülkenin spor gündeminde. Çok daha önemli nice siyasal ve toplumsal başlığın göbeğinde, belki de beklenen, bu tepişmeyi, bu curcunayı uzaktan izlemektir. Mantıklı olan ve yakışık alan, budur. O yüzden, bu yazıyı bir sapma, anomali, planlanmamış bir zorunda kalış kabul edin lütfen. Kelimeler kantara vurulmadan hoyratça savurulur olmasa, istemezdim böyle bir akış bozma.
Maalesef, insan ve “taraftar”ım. Fanatik, hatta yakın takipçi olmaktan hep çok uzaktım doğal olarak, ama, hepsi değilse de bir bölüğü, tuttuğu takımı dışa karşı acayip soğukkanlı ve ilgisiz pozla takip edip, “öhhöm, endüstriyel, 3 F, arkaik, borsa, bahis” gibi “hiç bilinmeyen” doğruları döktürüp duran, “hayatınız takımınızdan ibaret” uçlaştırmasıyla, gıpta ettiklerine tiksintiyle bakan, “sadece belgesel ya da upuzun metraj donuk film izleyen derin entelektüel” mertebesine de eremedim hiç. Taraftarlık irrasyonalitesi, akıl uyuşturuculuğu üzerine çok yazdım, konuştum hoş. Yazının sonunda bir-iki örnek olacak. Demem o ki, “olayın bilincinde”yim kendi çapımda.
Bu yazı, uzun zamandır yaygınlaştırılmış Fenerbahçe antipatisini kullanarak ve altı yıldır sermaye sisteminin sahiplerinden Koç ailesinin üyesi Ali Koç'un başkanlık etmesi üzerinden asırlık bir kulübe vurarak, muhtemelen gizlideki farklı takım taraftarlıklarını da "anti-kapitalist" hitabetle örtebildiklerini sananların, daha kötüsü, Fenerbahçe karşıtlığıyla, "sermayeyle mücadele görevinin bir kısmını" yerine getirdiğine kendini inandıranların somun pehlivanlıkları üzerinedir.
Göztepe Stadı'nda daha ligin 2. haftasında yaşanan ve korkarım kısa zamanda ülke için çok vahim çatışmalar tırmandıracak tablodan, "proletaryanın sermayeyi devirmesi" hazzı / esprisi türetecek kadar aklını yitirenlere ve buna alkışın yanlışlığını söyleyene "düşen patron savunuculuğu" isnat edecek kadar şirazesi kaymışlara dairdir. Ne keskin! Ne tavizsiz! Ne sınıf kinli! Gelir bir “devrimci proleter”, Ali Koç’u bi ittirir, hop, sermaye devrildi, oligark çöktü. Alkışlar, hayırlı olsunlar, zaferler! Ne köşeli histeri!
Aziz Nesin’in Sıvas’ta işi ne…. O kadının o saatte, o kıyafetle tek başına orada… Niye vakfın yüz sürdüğü hırkaya… tahrikler ve güruhlar… Artiz gibi sahanın kenarında… Git evinde sevin… Ne ilkeli!
Yanarım yanarım, holding kapısına dayanmaktansa, Fenerbahçe karşıtlığını sermaye düzeni karşıtlığına bağlamayı akıl edemediğimize yanarım. Çok basitmiş halbuki! Tabii ki siyaset yeşil çimlere de çıkar, ama sınıf kavgası, bu kadar da basit çalım yemez ki…
Neyse işte, bu yazı, artık kana dokunur, sinir bozar olmuş pervasızlığa dairdir, bir kendini savunmadır. Herkes Ali Koç’u kalkan edip bir kulübe ağzına geleni söylerken, “en nesnel haberler”de bile aymazca manipülasyon izi varken, buralara hiç girmeden, yanıtlamayı denemeden, sadece “hop!” demektir. Çünkü şimdi üzerinde tepinilen şey, yaşamı boyu Koç’ların düzeniyle cebelleşmiş bir çocuğun harcındaki safiyane sevdadır. Bu yazı, bunu sahiplenmedir, “hayasız” yağmaya itirazdır.
* * *
Hani bana yalan söylerdin ya baba / Özgür kırlangıçlardan söz ederdin ya / Hadi baba gene yap…
Kendinizi şu ufacık çocukla mı mukayese ediyorsunuz beyefendi?
Uzatma efendi, ilerleyin, vatandaş kapıda…
Otobüs biletçisi, bilet koçanlarının bulunduğu ahşap kutusunun üzerine doğru uzattığı, tokyo terlikli, sargılı ayağını, oturduğu bankonun altına çekti yine.
“Bak, ben de böyle çalışıyorum, makas battı, ne yapalım yani?” demişti uzatırken. Mukayese buydu. Kıyas kalemi de babasının gömleğine tutunmuş, dengede durmaya çalışan, tek ayaklı bendim.
Oh olsundu bana gerçi. O eşsiz iticilikteki Sunay Akın’ın tek kıskandığım şeyi, bana verse diye yalvarabileceğim nesnesi, müzesinde duran tenekeden trafik polisi, bir zamanlar benim en gözde oyuncağımdı. Trafik polisi diye bilindiğine bakmayın, o benim için Doğan Kardeş dergisinin uzaylı macera dizisi “AteşTop”taki kahraman Steve (Stif yazılır) ile, çoğumuzun ilk aşkı ve uzun yıllar âşık kalacağı, “umutsuz ölçüt” Venüs’ün bindiği uçan motosikletti.
Neyse, sen Asaf, onun dengede durup birkaç kez sürtünce ileri gitmesini sağlayan destek tekerleğini sök, tutturulduğu demir mil açığa çıksın, onu da yan yatmış bırak yere, sonra, koştururken aşıkkemiğini denk getirecek şekilde bas üzerine. Of! Mil, sen bi gir. Bak şimdi bile içim kalktı. Doğru hastaneye.
Hani en büyük sen olurdun ya baba / Hani beni hep korurdun ya, ha-ha / Hadi baba gene yap
Hastane ayrı fasıl. Sarıldı sarmalandı, sonra anlatsam daha iyi, hastanenin önündeki duraktan, kapılarından insan sarkan otobüse bindik. Arkadan binilir, öne doğru yürünürdü o zamanlar. Binilen yerde bilet alma bankosu olurdu. Biletçi, “ilerleyelim” diye bağırmakla da yükümlüydü, yer açılsın diye. Ben zorlanınca, babam ayağımı gösterip, anlayış istemişti. Ve bunlar yaşanmıştı.
Babam da o aşırı kibarlığının elverdiğince az diklenince, “o zaman taksiye bindireydin oğlunu” diye bağırmıştı biletçi, ahşap kasasına vura vura…
Babam susmuştu, ben acıyı boşlayıp ilerlemiştim, durağımıza gelince, şoför göz kırpmıştı bana, yolcuların kucağında uçtu-uçtu inmiştim.
Bana oh olsundu da, babama bağırdı adam ya!
Çok paramız olacağından baba / İşlerin iyi gideceğinden söz ederdin ya / Hadi baba gene yap
Zaten ayağım acıyor, bi de benim yüzümden, babama…. Derken, Mithat Amca geldi geçmiş olsuna.
Bayram sabahlarının, karneli okul paydoslarının, evden sonraki ilk durağı Mithat Amca. Arnavut taşlı sokağımızın beş adımla geçilen karşı tarafındaki komşumuz, babamın gençlik arkadaşı. Karısı Perihan Teyze, gerçekten de mendille lokum verirdi. Mithat Amca, yüklü bahşiş sıkıştırırdı cebimize. Ablamların yancısı olan benim için en heyecanlı el öpme, başa koyma ziyareti buydu. Çünkü, her seferinde, beni biraz korkutan, biraz meraklandıran, klasik numarasını da yapardı Mithat Amca. İki elini birleştirir, başparmağını boğumundan kopmuş gibi birbirinden ayırıp yapıştırırdı birkaç kez. Hepsi gülerdi apışmış bakışıma…
Bir gün duyduk, hastalandı Perihan Teyze, sonra duyduk, öldü. O zamanlardan bilmiyorum tabii, nice sonra, babamın eşyaları arasındaki bir gazete kupüründen gördüm, Mithat Amca’nın verdiği ölüm ilanını ve tuhaf başlığını. “Alelâde Bir Ölüm”… Annem, iki kafadarın, o zamanlar daha sık görülen cafcaflı ilanlara, “çok acı kayıp, yeri doldurulamaz, tariflere sığmaz kederlere gark ederek” filana tepki olarak, böyle yaptıklarını söylemişti sorunca. Bilmem aslını….
Alelâde bir ölüm…
Neyse, babamla bakıştılar, kaş-göz ettiler, bende bir karış surat… Başparmağı sağlam koca bir el saçlarımı karıştırırken, bir çığlık koptu:
“Tieeeeeyyytttt! Denijde aşlan, kayada kaplan, vay mı Feneybahçe’ye yan bakan!”
Çocuksun işte, o an gülüverirsin! Zaman geçip de teknoloji elverince izledim o dillerde dolaşan film sahnesini. Minnacık Feridun Karakaya’nın Cilalı İbo tiplemesini, 130 kiloluk Mithat Amca, nasıl da güzel canlandırmış meğer… Babam memur PTT Spor’luyuz, şehrimiz Mersin, İdman Yurdu’luyuz. Sadece adını duyduğum “Feneybahçe” ile hiç görmediğim kepli Cilalı İbo, gelmiş güldürmüşlerdi bu somurtuğu en küs gününde. Vay mıydı onlaya yan bakan!
Mithat Amca da alelâde öldü. Benim Fenerbahçeli olduğumu göremedi. Koç ailesinden filan olsa alelâde ölmezdi, kalın siyah çerçevesi, kocaman acılı puntosu olurdu…
İyi bir insan olmanın baba / Çok iyi olacağından söz ederdin ya / Hadi baba gene yap
Ah, Feridun Karakaya da öldü. Sahnedeyken salona cumhurbaşkanı Süleyman Demirel girince “Baba geldi!” türü sulu repliklerle oyunu kesip, gariban boyacı Cilalı İbo’nun onurunu çiğnemiş, tiyatro sanatına ve izleyicisine saygıyı yitirmiş ve bir çocuğun tutunduğu hep filiz bir dalı kırmış olarak, alelâdeliğe erişemeden….
Ama Fenerbahçe kaldı… Hani var ya, şimdi herkesin yan bakmaya cüret bulduğu Çubuklu… O kaldı.
O biletçi amcalarla dolu dört yan epeydir, sigara sapsarısı dişli ağzını kocaman açıyor, tokyo terliğini uzatıyor yüzüme, babama “taksiye bindireydin!” deyişi yankılanıp çoğalır gibi, “Fenerbahçe yok artık, o Koç Holding oldu! Senin Stif’le Ali Koç oynuyor şimdi, vuruyo kırbacı!” diye bağırıyorlar. Cilalı İbo yok. Mithat Amca öldü, Münir Amca da, babam da. Oyuncağımı Sunay Akın aldı… Ne yani, Fenerbahçe’m de mi…
Hiç öyle şey olur mu be. Koç’muş!
Turist Ömer ve bilumum garibanlar, duydu mu bunu? “Yamyam” kabile müritleri, “süt içse Vefasporlu olacak” yeşil kanlı Mr. Spock duydu mu? Sezercik, cam kırınca cezadan kimin gazıyla yırtacak, Hulusi Kentmen yargıçsa, torpil ne? Ayşecik, Sadri Baba’nın yumrukla lacivert olmuş gözüne, sarı bez basmayacak mı? “Aç kapıyı Veysel Efendi! Fener’in maçı var!” deyip her maça tüymeyecek mi bütün sınıf? Hababam güm güm güm! ne olacak? Emel Sayın’ın Münir Özkul’a ördüğü bere varken, Koç Ailesi mi mavi boncuklu bizim aileyi ele geçirecek? Yaşar Usta duydu mu bunu? Duysa, avcunu göğsüne vurmaz mı, “nah!” demez mi! Bu da mı ofsayt be abiler! Ha? Çizdik hepsini, Koç yazdık, öyle mi?
Yani artık, balıkçı barınağındaki umut, “Fener’e oyna totoyu” değil mi? Ayhan Işık, Sadri Alışık’ın efkârını, “boşver be, Fener üçüncü golü atmayacak mı sanki” deyimiyle dağıtmayacak mı kadehi vururken? “Valla, Fener’e gol olsun ki; bak, Fener küme düşsün ki; yalanım varsa Fener yenilsin” yeminleri geçersiz mi? “Şu külüstüre bi el atın Fenerbahçeliler” deyince kimse dolmuşu itmeyecek mi? Zeki Müren, Fenerbahçe’nin hatırı olmasa ehliyeti nasıl kurtaracak?
Fenerbahçe artık halkın değil, Koç Holding’inmiş! Saymakla bitmez Yeşilçam ”kordelaları”, duydu mu bunu? Yeşilçam vardı ya hani, o zamanlar, niyeyse bütün yoksulu, düşkünü, iyi insanı, bitirimi, bıçkını Fenerli olan. Niyeyse? Şimdi, sermaye nüfusuna mı kayıtlı hepsi? “Sporda halka dayanalım”cı Nâzım’ın “natürelman”cı monşerlerden çok kanının kaynadığı “eyvallah Fener’deniz”ciler biliyor mu bunu? Direniş parolası, “maksat, Fener’e gol olmasın an’nadın mı!” değil mi artık?
Kâbus görüp uyandığımda baba / Yanımda sen olurdun ya baba / Hadi baba gene yap
Bir ara, Mahmutpaşa’daki işporta tezgâhlarını kaldıran düzenleme getirecekti dönemin hükümeti. Arif Damar, haberi okuyunca “salak bunlar!” demişti. “Şiirle baş edebileceklerini sanıyorlar.” Boş baktığımı görünce açıklamıştı: “Orhan Veli’nin ‘cıvıl cıvıl Mahmutpaşa’ demişliği varken, yapamazlar! Şiir geçersizleşir mi hiç!”
Koç’a oyuncak olmuşmuş Fenerbahçe! Evet Arif Ağabey. Salak bunlar! Bizim sahaya tünel kazıp çıkan Kayserili “Milyonerler”den de salak!
Daha 19 yaşında / Düşlerinde özgür dünya / Öptüğü çubuklu forma
Koç, Turist Ömer’i yenebilir mi, abilerim ablalarım! Ondan öncekiler, hatta tribünler yığan hükümet ortağı bozkurt ulumalılar, yenebildi mi? Cemaat’i, Tayyip’i? Geçip gitmedi mi hepsi “gölgesiz”. Kim kaldı? Çubuklu! Efendim? Çubuklu! Gülen, yerinde durmayan, çocuk kaldı. Korkmayın, deli misiniz, endüstriyel futbolun sermayesini, Lefter yazdırır mı deftere ya, Sinyor Can kaptırır mı holdinge fularını, Selçuk, kapitalizme isyanı keser mi, Cihat “sarı kanarya”yı kafesletir mi?
Hem, daha dündü, ne çabuk unuttunuz da, caydınız? Hatırlayın: Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz!
Başkan olmuşmuş Ali, demek ki Fenerbahçe artık oymuş! Haydi be oradan! Siyah Çoraplılar tarihini bilir misiniz siz? İşgalci Harrington’un kıçındaki çubuklu voleyi? Geçin hepsini, ben sağım ben, uçan motosikletim paslansa da bir meçhulde, hop yani! “Bütün goller yengen!”
Bu ülkeyi bırakır mıyız Koç’lara ki, takımımızı bırakalım. Takımımız, ülkemizdir! Fenerbahçe, sadece Fenerbahçe’dir. Sermaye her şeyi kirletir, hırs gözü köreltir, para tepeden konuşmaya başlar, kemik kırılır, bahis çarkı döner, duygu ölür, renkler solar… Sen bakarsın çubukluya, bir kulübü, başkanını, hadi hadi rakibini görürsün. Ben bakarım, hepimizin Hafize Ana’sının çıngırağı çalar….
Sonra bir “tiiieeyytt” duyulur, bir “bağırın ulan öyleyse” buyurulur, bir çocuk “çıkar sahaya, topu diker havaya”, bakarsınız ki ateşten doğmuş her köklü takım gibi, Fenerbahçe de, çullananları silkelemiştir. Yine o filmlerdeki gibi halk kalmıştır geride. Hiçbir nüfuz gücü, nüfus kütüğünü değiştiremez, ikâmetgâhı değişse de. Fenerbahçe benim, ben!
* * *
Gördüğünüz gibi, 3 Temmuz’dan, o gün bugün sürdürülen sistematik ablukadan, kursakta kalmış Fenerbahçe’yi “ele geçiremezsen yoklaştır” operasyonundan ve arkasındaki odaklardan, suikastlerden, yılışık, çirkin oyunlardan filan hiç söz etmedim. Diğerlerinin gözündeki mertekten de.
Mesele Ali Koç, Aziz Yıldırım değildir, Fenerbahçe’dir. Dert, şunun bunun önünü açmaktan çok, Fenerbahçe’ninkini tıkamaktır. Niye mi? Anlatırız.
AKP iktidarında, bütün holdingler gibi ve düzenin köklü sahibi olarak yer yer de artı imtiyazlarla Koç’un semirmesi ile, sermaye kontrolü ve toplumsal nüfuz alanında bilek güreşinin sürmesinde çelişki olmadığı konusunu, ya da temel ekonomi-politiği, şimdilik kapsam dışı bıraktım.
Sadece "Kazanmak için her yol mübah"çıların, "dikensiz gül bahçesi"cilerin, çok bileşenli, futbolun âmir yapılarını ve resmî sportif idareyi, siyasal erki kapsayan;
kuşatıcı medyalı, bol yalanlı, trol ordulu açık adresli senaryonun uzun bir süredir sahne aldığı, kaos ve çatışma ortamının, günah keçisi olarak karalanan takımının uğradığı haksızlıklara karşı;
çoğu siyah-beyaz, masum, alnı terli filmlere sığınıp, incecik sesiyle “ya ya ya, şa şa şa” diye bağıran kısa pantolonlu çocuğu üzmeyin, terbiyenizi takının demek istedim…
Mithat Amca’ya şikâyet ettim, hoyrat biletçilere dil çıkardım, o kadar… “Manda Deviren” Bombacı Bekir de, sol ayağıyla frikiki gömecek daha, gör bak… O vursun da, biz Koç’u hallederiz. Öyle, arkadan ittim, “oligark” çime düştü kepazeliğiyle de değil.
Çubuklu parçalı formalar da giymiş emekçiler tarih sahnesine örgütleriyle çıkıp, sermaye sınıfını gözünün içine bakarak mülksüzleştirince... Perihan Teyze’ye söz, o devrilenlerin mülkleri içinde Fenerbahçe hiç olmayacak!