Göçler sadece savaş nedeniyle olmayacak. Emperyalist yağma, ülkeleri kemirdikçe insanlar can havli ile yollara düşmeye devam edecek.

Kitlesel göç artacak, hazır olun

Kuzey İrlanda tarihi bir eşikten geçiyor. Maalesef dünyadaki gelişmeler, bu tarihi not etmekte zorlanacağımız derecede hızlanmış durumda. İnsanlık hızlandıkça kontrolü kaybediyor, bu yüzden dehümanizasyon medya aracılığıyla zihinlerde salgın hastalığa dönüşerek yayılıyor. Ada tarihinde ilk kez Sinn Féin, Kuzey İrlanda seçimlerinde üstünlüğü kazanmış gibi görünüyor.1 Aylar önce bu üstünlük bölgede bir çatışma konusu olmuştu. Bir köşe yazısına her şeyi sığdırma ihtimalimiz olmadığından, okur dipnotlara bıraktığım kaynaklar üzerinden okuma yapmaya devam edebilir.2 Ayrıca bu köşe yazısı göç gibi karmaşık bir konuya eğileceğinden, bu yazıdan ‘sihirli değnek’ etkisi yapması (her şeyi açıklayabilmesi) beklenmemeli. Bu yüzden okuyucu eğer bu meseleye kafa yoruyorsa kapsamlı, tarihsel ve derinlikli okumalar yapmak zorunda. 

Kuzey İrlanda’da yapılan seçimlerde ilk tercih sonuçlarına göre Sinn Féin %29’luk oy oranıyla birinci sırada. İkinci sırada ise Democratic Unionist Party (%21,3) yer alıyor. Bu iki parti hükümette ne kadar uyumlu çalışabilecek zaman gösterecek. Yazının odak noktası, Kuzey İrlanda seçimleri olmadığı için okurlara sadece kısa bir bilgi vermek istedim. Ayrıca Sinn Féin bu sonuçlarla birlikte büyük bir sınavın eşiğinde. Hareket Bobby Sands ve arkadaşlarının yolundan mı gidecek yoksa farklı bir çizgi mi izleyecek, hep birlikte göreceğiz. Parti, İrlanda Cumhuriyeti’nde gelecek genel seçimin kazananı olacak gibi görünüyor. İşte o zaman İrlanda adasında pandoranın kutusu açılabilir.

Neden bu örnekle başladım? Çünkü, dünyadaki tek gerilim noktası Orta Doğu ve çevresinden ibaret değil. Halı altına itilen ve çözüldüğü sanılan her şeyle gelecekte yüzleşilecek. Hem de İngiliz hükümetinin kendisini imparatorluk kodlarıyla yeniden tarif ettiği bir dönemde... 

Gelelim esas meseleye. Göçmenler, mülteciler ya da sığınmacılar, medyanın insafına bırakılmayacak kadar kritik bir konu. Tüm benliğiyle çürümüş bir emperyalist sistemin içerisinde doğru düşünme yetilerimizi adım adım iğdiş ettiler. Bilim, 2048 yılında okyanuslardaki deniz yaşamının son bulabileceğini söylüyor. Yine Amazon yağmur ormanlarındaki kıyım, bu hızla devam ederse 10 yıl içerisinde dünya akciğerlerini kaybedebilir. Yarı insan, yarı boğa bu canavar ‘Minotor’ doymak bilmiyor ve yok etmeye devam ediyor. Çevreyi ve yaşamı koruma propagandasıyla bağış toplayan çevre örgütleri hiçbir şey yapmıyor. Burada kritik bir sorunla karşı karşıyayız, örneğin gıda endüstrisi tarafından fonlanan bir çevre örgütünün, denizlerin tükeniyor olmasını, gıda endüstrisinin faaliyetleriyle ilişkilendirebilmesi çok zor. Fon denen şey, ‘parayı verenin düdüğü çaldığı’ bir yönetim ve tahakküm mekanizmasına dönüşmüş durumda. 

Kitlesel Yok Oluşun Eşiğinde Olabiliriz

Canlı yaşamını tüketen emperyalist üretim ve savaşla beslenen canavar minotor insanlığın da sonunu getiriyor. Ortada herhangi bir sır yok; her şey gözlerimizin önünde oluyor. Türkiye’den devam edelim: Erzincan’da gökyüzüne siyanür ve sülfürik asit boşaltılıyor. Peki, bu katliamın faili kim? Elbette ki göçmenler. İroniyi bir kenara bırakırsak, Berlin duvarı yıkıldığından beridir nefes alamıyoruz. Emperyalizm ve onun çapsız temsilcilerinden biri olan Boris Johnson, sistemin bir Roma İmparatorluğu histerisi içerisinde olduğunu defalarca söyledi. Göçmenleri durduramazsak medeniyetimiz yıkılacak, dedi. Eğer ortada bir uygarlık ve medeniyet varsa, bunu yıkan bir ‘Roma İmparatoru’nun’ tüm bunları söylemesi dehşet verici. İmparatorluğun Afganistan ve Irak savaşındaki sicili ortada. Tüm bu kıyım ve barbarlığı bizlere duyuran Julian Assange’ın yaşadıkları ortada. Şimdi, bu emperyalist barbarların Türkiye’deki muadilleri, İngiltere’nin göçmen politikasını mucize olarak pazarlıyor. Sosyal medyanın ve propagandanın akılsızlaştırdığı kitleler nasılsa her yöne sürüklenmeye hazır. Unutmayalım ki, aklını kaybeden bir toplumdan aydınlanma ve insanlık adına hiçbir şey çıkmaz. İngiltere’ye giren göçmenlerin Ruanda’ya gönderilmesi, yeni ve mucizevi bir icat değil. İngiltere, insanlık tarihindeki rezil siciline yenilerini ekliyor. Eğer insanlık için bir gelecek olacaksa, bu gelecekte, İngiliz işçi sınıfı, yöneticilerinin utançlarıyla yüzleşecek. Bu meseleye dair okuma yapmak isteyenler, Dr. Emre Eren Korkmaz’ın ‘İngiltere’nin Ruanda ile Mülteci Anlaşması ve Çalıştırılmayan Sistem’ başlıklı yazıyı okuyabilir.3 İrlanda'da da 1845 yılında başlayıp 1852’de biten büyük kıtlığı (soykırımı) hatırlarsak eğer, İngiltere’de bir şeylerin değişmediğini görürüz. Milyonlarca İrlandalı açlıktan ölüme terkedilirken birçoğu da ülkesini terketmek zorunda kaldı tabi kimisi de bu can pazarında/zorlu yolculukta can verdi. Günümüzde ise, Iraklılar, Afganistanlılar, Libyalılar ve Suriyeliler... Dün, dehümanizasyon süreciyle İrlandalılar insanlıktan çıkarılıyorken, bugün bu halklar, insan olma kategorisinden çıkarılmış durumda. Tarihçi Hugh Kearney, İngiltere’ye göç eden İrlandalıların kültürle uyum sağlayamayan ve öbek öbek suç çeteleri oluşturan barbarlar olarak kayda geçtiklerini, ifade eder. Yine Friedrich Engels’in metinlerinde göçmen İrlandalıların yaşadıkları ırkçılığa ve aşağılamalara tanıklık ederiz. Barların kapısına, Afrikalılar, İrlandalılar ve köpekler giremez, diye tabela asılırdı. Çok güzel. İrlandalıların ülkesini kim yıktı? Onları kim açlığa ve ölüme terketti? Fail nerede? Fail, barbarca bir milliyetçiliğin ardına saklanıp halkları birbirine düşürmekle meşgul. Oysa milletler ve onların ulusal kimlikleri, tüm bu sömürgenlerin zerre umurunda değil. Onların umurunda olan tek şey, daha fazla artı değere el koymak.4 İnsanlığa dair tüm bu meseleler, sosyal medya alemine meze edilecek konular değil. Etkileşim bağımlısına dönüşen herkes, Komünistlere ve devrimcilere akıl vermenin şevkine kapılıyor. Tüm bu küresel yıkımın karşısında duran ve bunun gerçekleşmemesi için mücadele edenleri, gerçek fail ilan etmek büyük bir başarı. ‘Herkese ırkçı diyemezsiniz’ kampanyası, ırkçılığın meşrulaştırıldığı bir medya (halkla ilişkiler) saldırısına dönüştü. Hepimizi sonsuz aydınlığa kavuşturan ve bizlere söz hakkı tanıyan tüm bu iletişim mucizeleri (teknolojileri) muhalefetin dilini tamamen baskılıyor gibi görünüyor. Örneğin; bir sosyal medya fenomeninin Afganistan’da uçağın iniş takımlarına tutunan insanları ‘maymun’ olarak nitelendirmesi dahi normalleştiriliyor. Anlaşılan o ki, Türkiye’de yaratılan bu atmosfer içerisinde insanlara ‘pis kokuyorlar’ diyenlere dahi, ırkçılık yapıyorsunuz, diyemeyeceğiz. Dehümanizasyon sosyal medyanın yardımıyla güçleniyor, buradan barbarlıktan başka bir şey çıkmaz.

Yavaş yavaş bir köşe yazısının sınırlarına yaklaşıyoruz. Tarihin sisli yolunda ilerlemeye devam edelim. Publius Aelius Traianus Hadrianus, Roma’nın artık genişleyemeyeceğini ve doğal sınırlarına ulaştığını fark ettiği için Britanya adasına bir duvar inşa etti. Duvarlar ve sınırlar, Roma’nın yıkılmasına engel olabildi mi? Şimdi, Avrupa kendisine son teknolojili duvarlar inşa ediyor. Sözde bir kale yaratacaklar. Göçmenler, hem kurban hem de yüksek teknolojinin test edilmesinde kobay olarak kullanılacaklar. Herhalde Orta Çağ’a dönüşümüzü hepimize ispat etmeye çalışıyorlar. Akdeniz’de yaşanan insan katliamına ‘geri itme’ diyolar. Çevreyi katledebilmek için de ‘sürdürülebilirlik’ dediler. Yeşiller hareketine göre, tüm felaketlerden kurtulmanın yolu daha az duş almaktan geçiyor. 

Böyle bir tabloda Frontex (Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi) direktörü, Fabrice Leggeri yıprandı ve istifa etmek zorunda kaldı. AB parlamentosunda kurumun bütçesi onaylanmadı vs.. AB, insan hakları pozları vermeye; diğer yandan barbarlık üretmeye devam edecek. Bu yüzden klavuzu Avrupa olanın başı belada. Aynı teşkilat, hızla yüksek teknolojili bir ölüm makinesine dönüşüyor. Aşağıdaki görselin bunu net bir biçimde yansıttığını söyleyebilirim. 

Uluslararası hukuk denen şey, tarihin hiçbir evresinde olmadığı kadar anlamsızlaştı. Ali Rıza Aydın’ın ‘Gelenek’ dergisindeki makalesi bu alanda doğru cevaplar arayanlara yardımcı olabilir.5 Bu kavramı (uluslararası hukuk) bir kenara bırakırsak, insanlık, yarattığı tüm ulus ötesi değerlerden uzaklaşıyor. Avrupa, 1789’un gerisine doğru hızla ilerliyor. Yurttaşlık hakları sadece göçmenler için değil, ülkede doğan insanlar için de tamamen silikleşiyor. Kavganın temelinde yatan şey bu. Salgın sürecinde Türkiye’de milyonlarca çocuk sırf interneti olmadığı için eğitim hakkına erişemedi. Eğitim gibi temel bir hakka ulaşamadıktan sonra nüfus cüzdanı sahibi olmanın anlamı nedir? Devlet bedava internet sağlamaktan aciz miydi? Haşa! Bu bir acziyet değil, sınıf diktatörlüğü. Yine toplu ulaşımdan, sağlık hizmetlerine kadar işçi sınıfının elde ettiği tüm haklar tamamen ortadan kaldırılıyor. Bu temel haklara sırf paramız olmadığı için erişemiyorsak eğer ortada bir ‘YURTTAŞLIK HAKKI’ kalmamış demektir. Burjuva devleti, artık barınma sorununa bile enerji harcamak istemiyor. Ev sahipleri ve kiracılar kendi arasında halletsin deniyor. Orman kanunlarına ve feodal aristokratik cehenneme yeniden hoş geldiniz. Türkiye’de işler böyle, çok zengin İrlanda’da işler farklı mı? Elbette ki değil.6

Rusya-Ukrayna savaşı, Polonya ve Transdinyester bölgesindeki gerilimlerle birlikte yayılma eğilimi gösteriyor. Mülteci ve göçmen şovu yapan İngiltere hükümeti, III. Dünya Savaşı pozisyonunu çoktan almış durumda. Hâlâ nükleer bir savaşın eşiğinde olduğumuz gerçeği, Johnson denen emperyalist şavaş baronunun ağzından bir kez daha teyit edildi. Ayrıca sorun tek başına İngiliz hükümetinde de değil. Çünkü imparatorluk histerisine kapılan tek ülke İngiltere değil. Türkiye, aynı çılgınlığın peşinde giden sınıf diktatörlüğünün egemenliğinde hızla bir felakete sürükleniyor. Türkiye’nin Suriye topraklarındaki faaliyetleri, ülkedeki siyasi iklimden dolayı maalesef derinlemesine sorgulanamıyor. Yine de Suriye meselesinde büyük bir gayretle çalışan gazeteci ve yazarlar sayesinde çok önemli bir yol kat edildi. Bir ülke yer üstü ve yer altı kaynaklarıyla beraber Türkiye’deki iktidar tarafından yağma ediliyor. Nasıl ki İngiliz emekçi sınıfları hükümetlerinin yarattığı sorunlardan kaçamıyorsa bizler de bu sorunlardan kaçamayız. Devrimler bile bu sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldı. Lenin, Brest Litovsk Barış Antlaşmasını imzalamak zorundaydı. Zira Çarlık rejiminin insanlığa karşı işlediği suçların bir bedeli vardı. Sınırları bir kez belirsiz hale getirdiğinizde gelecekte kendi sınırlarınızı da korumanız zorlaşmakta. Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlıdan kendisine kalan bazı ağır yükleri sırtlanmak zorunda kaldı. Bugün, Suriye savaşının bedelini insanlarımız ağır bir biçimde ödüyor. Peki, ne uğruna? Kendilerini her gün biteviye sömürenlerin biraz daha kanlanması uğruna. Emekli, ana babamız hayatında parayı düşünmemesi gereken bir evrede markete gittiğinde alacağı peynirin hesabını yapıyorsa, bunun sorumlusu savaştan kaçan insanları savaş ganimeti olarak gören zihniyettir. Süleyman Soylu, hepsini televizyonda tek tek anlattı. 

Yazının başına dönecek olursak, göçler sadece savaş nedeniyle olmayacak. Emperyalist yağma, ülkeleri kemirdikçe insanlar can havli ile yollara düşmeye devam edecek. Örneğin: Elektriğinin %80’ini nükleer enerjiden karşılayan Fransa hammadde ihtiyacını Nijer, Mali, Gabon ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nden karşılıyor. Mali halkı elektiriğe ihtiyaç duyuyorken, Fransa sülük gibi bu ülkeye yapışmaya devam ediyor.7 Savaşlar, doğal kaynakların sömürüsü ve buna bağlı olarak gelişen iklim krizi ve açlık tehlikesi. Dünyanın her köşesinden insanlar ülkelerini mahveden medeni emperyalizmin merkezine doğru akmaya devam edecek. Ayrıca pek çok insanın geriye dönecek bir ülkesi yok. Afganistan’ın milyarlarca dolarlık merkez bankası gelirine, liberal özgürlükçü Joe Biden yönetimi tarafından el konuldu. Ülke, açlığın pençesinde kıvranırken, bu paranın yarısının Afganistan’a verileceği söylendi.8 Avrupa çözüm yolu olarak barbarlığa ve faşizme sarılıyor. Türkiye ile yapılan anlaşmalar, Türkiye’yi AB için bir Meksika sınırına dönüştürdü. İçişleri Bakan’ı katıldığı programda ‘göçmen deposu’ haline getirildiğimizi söyleyerek bunu doğrulamış oldu. Geri kabul anlaşması, bu işin sadece tek bir yönü. Yapılması gereken çok şey var; ama sorunun kaynağı olanlardan, Suriye’de savaşa giden yoksul Anadolu evlatlarının arkasından davul zurna çalarak kutlayanlardan hiçbir çözüm bekleyemeyiz. Onlar, hem ülkemizi hem de insanlığı felakete sürüklemeye devam edecek. 

İnsanlığa karşı işlenen bir suça doğrudan tanıklık etmediğimizde, o şeye karşı maalesef vicdani bir sorumluluk hissetmiyoruz. Naziler insanları birer böcek gibi öğütürken, herkes gözünü kapatmış ve bu insanların aslında birer insan olmadığına inandırılmıştı. Nasılsa bu vahşete tanıklık etmiyorlardı. Tıpkı İsveç’te ‘teslimiyet sendromuna’ yakalanan çocuklara ve onların annelerinin yaşadığı acıya tanıklık etmediğimiz gibi.9 Göçün hiç aklımıza getirmediğimiz bir diğer boyutu ise Türkiye’den Avrupa’ya doğru gerçekleşen göç. Şimdilik AB’nin sığınmacılık verilerine ulaşabildiğimiz için Avrupa’ya sığınan Türklerin sayısının 20 bini aştığını görebiliyoruz.10 Ekonomik temelli göç, bu sayılara dahil değil. Salgın döneminde Ankara anlaşmasıyla İngiltere’ye göç edenler işlemlerinin onaylanmasını yıllarca bekledi. Bu süreçte hem maddi hem de manevi zarar gördüler. İngiltere ve İrlanda cephesinden bu göçü takip ederken sürekli aynı dehşet verici gerçekle karşılaştım. Göçmenlik ofisinde sıraya girenlerin, kendilerini diğer milletlerle bir görmediği ve bu sözde eğitimli göçün hayali kast sistemine iman ettiğini gördüm. İster Ordinaryüs Profesör olup gelin, isterseniz kimsenin yapmayı istemediği işleri yapan bir göçmen işçi olun, hepimizin kaderi birlikte mücadele etmeye bağlı. Yani Zimbabveli, Suriyeli, Afgan, Nijeryalı kısacası tüm ulusların göç ettikleri ülkelerde temel insan haklarını elde edebilmesinin tek yolu birlikte mücadele edebilmelerine bağlı. Bu bağı kesen şey, ideolojik mitler. Türkiye’den Avrupa’ya sadece kalifiye insanlar göç etmiyor. Yine İrlanda’da belgesiz göçmenler (kaçak/kayıt dışı), kölelik şartlarında yıllarca sömürülüyor. Hükümet, doğru bir kararla bu belgesiz göçmenleri bir kereye mahsus olmak üzere kayıt altına alma programı başlattı.11 Göçmenleri kayıt altına almak, onların sömürülmesi ve istismar edilmesinin önüne geçer. Bu önemli ve etkili çözümlerden sadece birisi. Aksi takdirde kırbacı durmak bilmeden gökyüzünde savuran bir kölelik düzeniyle karşı karşıya geliyoruz... “38 yaşındaki Ganalı Joshua Baafi, İrlanda’da balıkçılık yapıyordu. Çalışma koşulları dayanılmaz ve korkunçtu. Baafi, günde 23 saat ve ara vermeden çalıştı. Ayda yalnızca 1000 €’dan biraz fazla para kazandı. Afrikalı göçmen, kaçak bir sığınmacı olduğu için bu korkunç sömürü koşullarından uzaklaşmaya cesaret edemedi. Bu gerçekler, Maynooth Üniversitesi hukuk bölümü tarafından yürütülen ve Uluslararası Taşımacılık Çalışanları Federasyonu tarafından finanse edilen ve yasa dışı erkek göçmen işçilerin İrlanda balıkçılık endüstrisindeki durumunu inceleyen bir raporun yayımlanmasıyla ortaya çıktı. Joshua Baafi, hasta bir göçmen işçinin mola vermek istediği için kaptanın emriyle denize atıldığını ve ölüme tek edildiğini, günde 20 saat ve bazen de 48 saat çalıştığını ifade eden Baafi sadece 5 saat uyku molası verebildiğini belirtti.”12 Aydemir Güler’in ifadesiyle, bu kavimler göçü dursun mu istiyorsunuz? Öyleyse ülkeleri savaşlarla yağmalayan ve dünyadaki tüm doğal kaynakları yok ederek hem insanlığı hem de ülkemizi yok oluşa sürükleyen bu emperyalist düzeni yıkmak zorundayız.