Erdoğan yeni mezun edilen kurmaylara böyle seslendi. Türkiye’nin Akdeniz’in doğusuna batısına “operasyon” çektiği, Türk İHA ve SİHA’larının binlerce kilometre uzaktaki topraklar üzerinde vızır vızır uçtuğu bir zamanda “kimsenin toprağında gözümüz yok” dedi.
Erdoğan yeni mezun edilen kurmaylara böyle seslendi. Türkiye’nin Akdeniz’in doğusuna batısına “operasyon” çektiği, Türk İHA ve SİHA’larının binlerce kilometre uzaktaki topraklar üzerinde vızır vızır uçtuğu bir zamanda “kimsenin toprağında gözümüz yok” dedi.
Yalan mı söyledi?
Hayır. Erdoğan yalan söylemedi.
“Kimsenin toprağında gözü olmamak” yirmibirinci asırda bir “barışçılık” ifadesi mi?
Hayır. Hiç değil. Bakarsanız ABD’nin de “kimsenin toprağında gözü olmadığını” söyleyebilirsiniz. Üsleri var! Yapılmış anlaşmaları var, şirketleri var. Hatta götürdüğü hizmetler var: 21. asırda hâlâ ulus inşa edememiş olanlar varsa “ulus inşa ediyor” hayrına. Hatta hiç erinmiyor, yeniden inşa ediyor!
“Kimsenin toprağında gözü olmamak” emperyalist hiyerarşide bir el yükseltme iddiası olarak pekala okunabilir. Sömürgeciliğin artık tarih olmuş pratiğindeki deniz aşırı topraklara önce göz sonra el koymak yerini etki alanlarına, sözüm ona ittifaklara, uluslararası yatırımlara, ekonomik ve askeri işbirliği anlaşmalarına bırakmış durumda. AKP Türkiyesi’nin “kimsenin toprağında gözü olmayacak” kadar güçlenmiş olup olmadığı sorgulanabilir elbette. Ama bu sözlerin karşılığı en azından bu yönde bir iddia olarak okunmalıdır.1
NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olmakla övündüğümüz, bununla yetindiğimiz zamanlardan biraz farklı zamanlardayız diyebiliriz.
Bu arada bu eğilimin yeni bir şey olmadığını da hatırlatalım. 2002 yılında basında yer alan bir haberde Türkiye’nin “yaklaşık 40 ülke ile askeri eğitim ve işbirliği anlaşması imzalamış olduğu ve halen aktif olarak Afgan, Gürcü, Boşnak, Arnavut, Makedon, Ürdün, Pakistan gibi ülkelerin ordularına, bizzat yerinde askeri eğitim verdiği” söyleniyor.
Aynı haberde (2002 tarihli) Birleşik Arap Emirlikleri pilotlarına Ankara Akıncı Üssü’nde F-16 eğitimi verildiği, Bangladeş ve Ummanlı pilotların da harbe hazırlık kurslarını Türkiye’nin üstelenmeye hazırlandığı bilgisi var.
Yine bu habere göre o günlerde Türkiye’de askeri eğitime devam eden 23 ülkeden 1313 askeri personel var.
'20 yıl önce F-16'ların eğitimini veriyorduk şimdi F-35'lerin yüzüne bakmıyoruz!'
Elbette, 2002’de görülen resimdeki farklılıklar hemen dikkati çekiyor. Pilotlara F-16 eğitimi vermenin “taşeron” bile denilemeyecek bir alt hizmet olduğunu söylemek zor değil.
Öte yandan o günlerde F-16 eğitimi verilen BAE’nin şu sıralar Türkiye’nin kovulduğu F-35 programından savaş uçağı almaya hazırlanıyor olduğu (İsrail engeli aşılabilirse) hatırlatılarak geldiğimiz noktanın bir “ilerleme” olmadığı söylenebilir. Bu yanlış olur; olayların arkaplanını ihmal etmemek gerekir. Emirlik pilotlarına F-16 eğitimi veren Türkiye’nin F-35 programından kovulması açık ki bir gerilemeyle değil, el yükseltmeyle ilgili.
Peki başa dönerek bir de şu soruyu soralım: Türkiye, daha doğrusu AKP Türkiyesi, daha doğrusu AKP yönetimindeki sermayenin Türkiyesi kimsenin toprağında gözü olmadan, nüfuz alanını sürekli genişleterek, fiilen hakim olduğu pazarlar ve hammadde kaynağı “dost” ülkeler yaratma potansiyelini gerçekten bu kadar geliştirdi mi?
Türkiye kapitalizminin bu açıdan hafife alınmaması gerektiğini, bölgenin köklü ve palazlanmış kapitalist ülkesi olarak “potansiyelleri” olduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan, emperyalist hiyerarşide Erdoğan Türkiyesi’nin kazandığı şeyin daha çok “kilitleme” potansiyeli olduğunu söylemek de yanlış olmaz.
Kilit ülke: Peki kim neyi kilitliyor?
Nitekim, sıklıkla kullanılan ifadeler bunlar: Türkiye’nin kilit rolü, bölgede kilit ülke olması vs.
Oyun bozma yeteneği ve “bensiz olmaz” mızıkçılığı, kimsenin toprağında gözü olmayan (!) islamcı iktidara büyük satranç tahtasında göze batan bir yer elde etme olanağı sağlıyor gerçekten de.
Ama... Bu işler amasız olmuyor. Türkiye’nin kilit rolü, “kilit ülke” olması şu soru sorulursa yerine oturuyor: Kilidi asan, ya da asanlar kim?
Bu sorunun her durumda geçerli tek bir yanıtı yok. Kesin olansa, Türkiye’nin “kilitleme” gücü de bir biçimde emperyalist hiyerarşide daha yukarda olanların iradesine bağlı olarak gelişiyor.
Örneğin Libya ve Doğu Akdeniz meselelerinde Erdoğan iktidarının iddia ettiği türde bir kilit rol oynayabilmesini sağlayanın yine bazı şeyleri kilitlemeyi uygun gören ABD olduğunu niye düşünmeyelim? Erdoğan, NATO’yu karıştıran Doğu Akdeniz çekişmesinde, biraz da ABD’nin aynı zamanda müttefiki sayılan küresel rakiplerinin elini kolunu (ve gazını) bağlıyor olduğu için ABD’nin örtük desteğini ya da en azından kolaylaştırıcılığını alıyor olamaz mı?
NATO’nun altını üstüne getiren bir gerilimde ABD’nin pek rahat ve ilgisiz görünmesi sadece Başkanlık seçimi donmasıyla açıklanabilir mi?
ABD’nin “Çin’e konsantre olması” bu açıdan geçerli bir neden olabilir. Öte yandan bu da pekala Türkiye’nin kilitleyen adımlarına göz yumulmasının bir açıklamasıdır.
Özetle, bütün bu olup bitene bakıldığında “kimsenin toprağında gözü olmamanın” barışın korunmasını düstur edinmiş bir ülke olmak anlamına gelmediğini, “kimsenin toprağında gözü olmayan” bir Türkiye’nin pekala militarist bir vizyonla yönetildiğinin söylenebileceğini görüyoruz. “Öyle herkesin parmak sallayamadığı” bir ülke haline gelmiş olmak da, tam bağımsızlıktan çok etkin taşeronluk için bir zemin oluşturuyor.
- 1. İslamcı iktidar altında Türkiye’nin topraklarını Suriye’nin kuzeyine doğru yaymak hedefiyle hareket ettiğini düşünmek mümkün ama bundan daha doğrusu şu: Türk sermayesini Suriye’nin kuzeyinde petrol ve hazır betonla inşa edilecek yeni kentlerin büyük ortağı olmaya hazırlamak asıl mesele. Bu arada “kimsenin toprağında gözü olmamak” elbette askeri de olmamak anlamına gelmiyor! Ocak ayı ittibariyle Türkiye’nin 9 ayrı ülkede askeri var. Bunlar Türkiye’nin kendi inisiyatifi ve yönetimi altında asker bulundurduğu ülkeler. Örneğin Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk, Azerbaycan gibi ülkelerde “eğitim” amaçlı olarak bulunan askerler bu sayımda yer almıyor.