Kara çarşafı giyiyor olmasının da aşı karşıtlığının da aslında saf, kendine ait bir seçim olmadığını ve bu talebinin bireysel özgürlük alanı olarak tarif edilemeyeceğini biliyoruz.
Cumartesi İstanbul’da yapılan aşı karşıtı eylemden bir fotoğraf… Kara çarşaf içinde bir kadın, üzerinde “Benim bedenim benim kararım” yazılı bir pankart taşıyor. Kürtaj eylemleri başta olmak üzere kadın bedenine her türlü müdahaleye karşı duruşun simgesi haline gelen slogan, aşı karşıtlarına da ilham vermiş anlaşılan. Çocuklar evlendirilirken, tacize uğrarken, kadınlar tecavüzden olma çocuğu doğurmaya zorlanırken, binlerce yoksul açlıktan ya da tedaviye ulaşamadığı için beden sağlığını yitirirken ve hatta ölürken de aynı hassasiyeti taşıyorlar mıydı acaba?
İnsan, doğduğu gün itibariyle hatta doğumuna hazırlanırken bile toplumun parçası olur ve hep bir sınır belirleme mücadelesi içinde bulur kendini. Psikiyatristler/psikologlar çağımızın ebeveynlerine çocuğun da ayrı bir birey olduğunu ve onun sınırlarına saygı duyulması gerektiğini anlatır durur. Gereklidir çünkü özellikle bizim gibi toplumlarda o sınır oldukça siliktir.
Taciz nerdeyse yaşamın doğal bir parçası olunca, 3-5 yaşından itibaren çocuklara beden sınırlarını öğretmek zorunda kalırız. İyi dokunuşları-kötü dokunuşları, ne zaman “hayır" demesi gerektiğini anlatır, bedeninin kendisine ait olduğunu söyleriz. Hele kız çocuğumuz varsa biliriz ki er ya da geç, yaşamında en az bir kere bunları hatırlamak zorunda kalacaktır.
Küçücük bir çocuğa “bir gün büyükler tarafından kendisine kötülük yapılabileceğini" onu ürkütmeden anlatmanın sıkıntısını içimizde taşıyarak yaparız bu konuşmaları. Neden bu durumda olduğumuzu düşünmeyi, sorgulamayı ise sıklıkla erteleriz. Gün gelir, katledilen bir kadının ardından meydanlarda haykırırken buluruz çocuğumuza öğrettiklerimizi… Gün gelir, dünyayı etkisi altına almış bir salgını sona erdirebilecek aşılama sürecine karşı örgütlenenlerin malzemesi olur sözümüz.
Her ne kadar “benim kararım” vurgusunu öne çıkarmış olsa da, kara çarşafı giyiyor olmasının da aşı karşıtlığının da aslında saf, kendine ait bir seçim olmadığını ve bu talebinin bireysel özgürlük alanı olarak tarif edilemeyeceğini biliyoruz. Onu sadece gözleri görünecek hale getiren akıl, yüzyıllardır kadını aşağılayan, toplumun dışına iten hatta kadın bedenine şeytani anlamlar atfeden dinsel öğretilerden süzülmektedir. Aşı karşıtlığı her ne kadar bugünün önemli bir sorunu olarak üst sıraya çıkmış olsa da yeni değildir, ilk aşı çalışmaları, aşı karşıtlığını da beraberinde getirmiştir. 19. yüzyılın başlarındaki ilk itirazlar tahmin edileceği üzere dini gerekçelerledir.
Kapitalizm insanlığı karanlığa sürükleyerek ilerledikçe, aşı karşıtlığı da elbette dinin kapsamı dışına çıktı, kendine yeni gerekçeler bularak dallandı, budaklandı. Bugün aşı karşıtlığında dini nedenler yanında komplo teorilerini, bilime ve sağlık hizmetlerine olan güvensizliği ve bilgi kirliliğini en başa yazmak gerek. Sosyal medya mecrasında bilimsel araştırmalara karşı bilgi kirliliği oluşturmak ve dolayısıyla alternatif tıp uygulamalarına ilgiyi arttırmak üzere özel çalışmalar yürütülüyor. Milyonlarca insandan ve tabii ki çok büyük kâr sağlayan bir sektörden bahsediyoruz!
Türkiye’de aşı karşıtlığının son yıllarda giderek artması da sadece Covid salgını ile ilişkili değil. Sağlık hizmetlerinin giderek özelleşmesi, aşılamanın sağlık ocaklarındaki temel sağlık hizmeti kapsamından çıkarılarak performans sisteminin bir parçası olan aile hekimliği sistemine geçirilmesinin sürece katkısı yadsınamaz. Bilim insanları ve sağlık çalışanlarının aklı bile piyasanın belirlediği kurallar içinde savrulup duruyor.
Aşı karşıtlığının içinde yaşadığımız kapitalist düzenle doğrudan ilişkisi olduğunu iddia ediyorsak, tek tek insan sağlığının toplum sağlığı demek olduğunun kavrandığı, aşılama dahil olmak üzere tüm sağlık hizmetlerinin eşit ve ücretsiz olduğu sosyalist bir sistemde ne olduğuna da bakmamız gerek. Küba hâlâ canlı örneği, kanıtı olarak karşımızda duruyor.
Kübalıların da bedenlerine ait bir aidiyet duygusu olsa gerek ancak bunu haykırmak zorunda kaldıklarına hiç tanık olmadık. Çocukların tacizden, şiddetten, eğitimsiz kalmaktan, hastalanmak ve yardım alamamaktan korkmadıkları bir dünyanın mümkün olduğunun kanıtı olan Küba’da planlı bir aşıma programı var. Bu sayede pek çok salgın hastalıkla dünyaya örnek olacak şekilde baş edebildiler. Küba’da aşılama zorunlu ve ne komplo teorileri var ne de aşı karşıtlığı gibi bir gündemleri!
Dünyanın geri kalanında ise milyonların öldüğü bir salgında sayıları azımsanamayacak kadar insan çıkıp “benim bedenim benim kararım” diyebiliyor. Görünen o ki “beden”de simgeleşmiş belirsiz bir özgürlük arayışı içinde asıl yitirilen akıl ve vicdan oluyor. Bu saçmalığın farkında olan çoğunluğa ise aklımıza da vicdanımıza da sahip çıkmak düşüyor. Hiç az değiliz, yeter ki dayanışmanın gücüne inanalım, yan yana gelebilelim.