Bu ülke bu ateş çemberinin içinden yeni bir 2003 yılı AKP'sini başa geçirmek için mi geçiyor sahi?

Kılıçdaroğlu'nun yeni hedefi

CHP'nin iktidar perspektifi değişmemekle beraber, Genel Başkan Kılıçdaroğlu'nun kendisi için hedef güncellemesi yaptığını; amacının artık Millet İttifakı projesindeki partileri bir arada tutmak ve Türkiye'nin parlamenter sisteme dönüşüne önderlik eden siyasetçi olarak anılmak, tarihe bu şekilde geçmek olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kanaati kuvvetlendiren son veri de KONDA'nın anketinden geldi. Buna göre CHP oy kaybediyor. Bu cümleyi öyle bir çırpıda yazarak ya da söyleyerek geçmemek lazım. Cumhuriyet tarihinin en derin bunalımının ortasında, ülkenin her karışından her türlü insanın cümleten iktidardan yaka silktiği bir ortamda ana muhalefet partisi hala oy kaybediyor.

Rakamlara bakıldığında İyi Parti'nin, CHP'yi oy fidanlığı gibi kullandığı ve ana muhalefet olma sınırına çok yaklaştığı da görülebiliyor. Bunu kamuoyuna açıklanan anketlerden çok daha önce gördüğü kesin olan Kılıçdaroğlu ise partisine oy kaybettiren ve iktidar hedefinden uzaklaştıran siyasi anlayıştan vazgeçecek politik refleksi göstermiyor.

Böyle düşünmesi ve davranmasının temelinde, ülkemizin bir numaralı sorununun Tayyip Erdoğan'ın tüm yetkileri tekelinde topladığı Cumhurbaşkanlığı, dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı sistemi olduğu tespiti yatıyor pek tabii. Kılıçdaroğlu ve günümüz CHP'sinin sadece bu hedefe odaklanması ise, 40 yıldan bu yana uygulanan ve son 19 yılını Erdoğan'ın uyguladığı ekonomi politikalarına partide esastan bir karşı duruşun olmadığı, yalnızca bunun Erdoğan tarafından uygulanan biçimine karşı olunmasından kaynaklanıyor olmalı. 

Gelişmiş ülkelerin tamamı, artık işlemediği kabul edilen bu ekonomik politikalardan uzaklaşırken, Türkiye'nin iktidara talip en büyük partisinin aynı eski masallarda ısrar etmesinin sebebi; siyaseti sadece Ak Parti'nin başarı ya da başarısızlıkları üzerinden değerlendiren, hedef politikalarını ittifakların belirleyiciliğinde oluşturan, medyaya, akademiye, sivil topluma nüfuz eden hegemonyanın dışında bir tercih üretemeyen bir fikri kuraklık ortamından kaynaklanıyor olabilir.

Tek liste olarak 'seçtirilen' parti meclisi ve bu meclisin içinden seçilen MYK üyeleri ile danışman kadrosunun bu fikri ortama ne gibi bir katkıları var, itiraz eden ya da edenler var mıdır bilemiyorum ama, açıktan bir kabul ile itirazın seslendirilmeyerek zımnen kabullenme arasında pek bir fark yok.  

Kendi içerisinde zengin bir düşünce iklimi yaratarak bu iklimin meyveleriyle Türkiye'yi ileriye taşıyacak bir lokomotif olması gereken Cumhuriyet Halk Partisi'nin anlı şanlı tüm parti kurullarının, siyaseti gündelik olaylar ve bunların etrafında gelişen etki-tepki döngüsü üzerinden okudukları, politikayı tüm iktisadi ilişkilerden soyutladıkları; olayları ve olguları makro düzeyde analiz edemedikleri ya da ediyorlarsa da bunu yeterli düzeyde ifade edemiyor oldukları çok açık ortada. 

Bir diğer seçenek ise, tüm bu saydıklarımın parti içinde küçük bir grup içerisinde yapılıyor olmakla birlikte dışarıdan herhangi bir görüşün veya genel olarak vatandaşın oy verme dışında yönetime katılması istenmiyor. Her halükarda partinin, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve hak arayışlı bir politik hattan uzak olduğu ortada.

CHP sözcülerinin buldukları her fırsatta vatandaşın yoksulluğundan söz etmesi, ne kadar işsiz olduğunu, ne kadar ihtiyaç kredisi ve ticari borcu bulunduğunu sayılarla/tablolarla ortaya döküyor olması, buna neden olan anlayışa ve bu sonuçların ortaya çıkmasına neden olan politikalara karşı oldukları anlamına gelmiyor. 

Öyle olsa, sadece sonuçlara itiraz etmek, bunu 'tek adam rejimine' bağlamak yerine buna yol açan ekonomi politikalarını savunmaktan vazgeçerlerdi.  

Bununla ilgili çarpıcı bir örnek vermek istiyorum;

CHP'nin ekonomistleri, Merkez Bankası ve yine IMF direktifleriyle yaratılan kurumların Erdoğan tarafından işlevsizleştirilmesini örnek göstererek, yaşadığımız bütün sorunları maliye ve finans politikalarına bağlıyor, tek çarenin de Merkez Bankası'nın bağımsızlığı olduğuna vurgu yapıyorlar. 

Oysa bu mantık, aşağıdaki olaylar zincirini açıklamakta yetersiz kalıyor;

Türkiye, bugün Millet İttifakı tarafından kesin etkili tek çözüm olarak sunulan parlamenter sistemle yönetilirken ve bağımsız bir Merkez Bankası varken, daha 24 Ocak kararlarının yarattığı yıkımın dumanı tüterken 1988-1989 yıllarında iki yıl ortalama yüzde 1,5’luk düşük büyüme, 1991 krizinde yaşanan yüzde -0,3’lük durgunluk, 1999 Rusya kriziyle yüzde -3,5'luk daralma ve nihayet 2001 kriziyle yaşanan yüzde 5,7’lik daralmalar yaşadı.

Bunlar ve daha niceleri, sorunun Erdoğan'ın 'tek adam rejimi' uygulamasından daha derinlerde olduğunu ortaya koyan veriler.  

Ekonomik krizlerin ardında sadece Erdoğanvari bir popülizm olduğu ve o giderse her şeyin güzel olacağı varsayımı, sorunun en hafif tabiriyle, esas nedeni olan yanlış kontrolsüz liberal politikalar olduğunu perdelemeye yarar. Yaşadığımız sorunları üreten aslında sistemin ta kendisi. 

Bunu örtüp suçu uygulayıcıya yıkmak, eğer kolaya kaçmak değilse, o sistemi korumanın başka bir şeklinden fazlası değildir. Bu ülke bu ateş çemberinin içinden yeni bir 2003 yılı AKP'sini başa geçirmek için mi geçiyor sahi?