Bütün bir ülke, o ülkede yaşayan toplumun tümü olarak kıl payı dengedeyiz bir bakıma.

Kıl payı denge

Bizim tarafta, cenahta ya da kanatta, her biri söylenebilir, benim yaptığıma benzer biçimde dilimizin ucuna ne zaman, hangisi gelirse kullanılması da mümkündür, şöyle bir kalıp vardı uzun süre, hâlâ da vardır: 12 Eylül sürüyor. Farklı durumlarda açıklayıcılığı değişmekle birlikte, geçerliliği hemen hemen hiç değişmemiştir. Bugün de geçerlidir. Çok ağır bir küfür niyetine kullanılma alışkanlığı olarak “faşizm” nitelendirmesi yetersiz göründüğü için onun yerine “12 Eylül istibdat rejimi” denebilir, istibdat yerine daha hafif görünse bile “baskı” sözcüğü de yazılabilir. Güzelim Eylül ayının otuzda biri uzunluğunda bir zaman dilimi olmakla birlikte, bizim emekçi sınıflarımızın belli başlı kara günlerinden biridir; tarihimizde böyle bir simgesel anlam yüklenmiştir.

Son 60 yıllık dönemde başarıya ulaşmış üç askeri darbe içinde en başarılısı olan 12 Eylül’ün hâlâ sürmekte olduğunu yinelemekte sakınca yok. Yok da, daha önce, son cümlede iki kez yinelenen “başarılı” sözcüğü üzerinde biraz durmak yararlı olabilir. Üçünün de başarılı oluşunun açıklaması, darbe kavramının içinde bulunuyor. Sonuç alınmış; siyasal iktidar, sınıfsal içeriğine nasıl ve ne ölçüde yansıdığı bir yana, değiştirilmiştir. Bunun ötesinde 12 Eylül, asıl hedefini vurmak ve vurmaya devam etmek anlamında, en başarılı olanıdır. Ötekiler için bunu ileri sürmek mümkün değildir; 27 Mayıs, kendisinin amaçladığının ilerisinde sonuçlara yol açmıştı; 12 Mart ise, toplumsal sınıfların konumlanışı 10 yıl öncekine göre daha fazla emekçilerden yana farklılaşmış olduğu için, amaçlananları eksikli biçimde gerçekleştirerek oldukça kısa sürede geri çekilmiştir.

Oysa, 12 Eylül’ün getirdiği pek çok düzen ya da düzenleme hâlâ esas olarak sürüp gitmektedir. Örnek olsun, emekçi sınıfların siyasal iktidar mücadelesinde seçimlerin az çok kayda değer sonuçlar elde etmesini neredeyse imkânsızlaştıran ve burjuva legalitesinin her türlü inandırıcılık kaygısını hiçe sayan yükseklikteki seçim barajı hemen akla gelenler arasındadır; yarım yüzyıla yaklaşan bir süredir hiç dokunulmamıştır. Rastgele bir başka örnek, daha da eski günlerden. Parti başkanlarını Demokrat Parti yıllarında Adnan Menderes’in, odunu milletvekili adayı göstersem seçtiririm, yollu konuştuğu ve öyle davrandığı döneme benzer bir konuma yerleştiren siyasal partiler yasası da 12 Eylül’ün ürünüdür. Gülünçlü bir operet sahnesini andıran beş apoletlinin yan yana dizilip parlamentoya girecekleri seçmeleri ile bugünün parti başkanlarının aday belirleme süreçleri arasında çok mu fark var?

***

Aslında, bir kavram ve onun anlattığı kurum olarak parlamentonun saygınlığını yitirmesi, çok eski bir süreçtir. Geçen yüzyılın başlarına, hiç değilse ilk çeyreğine kadar geriye götürülebilir. Belki de daha doğrusu, bunun kapitalizmin son aşaması olan emperyalizme dönüşmesiyle aşağı yukarı eşzamanlı olarak ortaya çıktığı öne sürülebilir. Bu sürecin içinde elbette parlamentonun etkinliğinin, işlevselliğinin git gide azaltılması ile birlikte parlamentoya ve onun seçilmesine yönelik ilgi ve katılımın belli bir süreklilikle gerilemesi de vardır.

Bir araya gelip birlikte konuşma, görüşme ve kararlara ulaşma, böylece ulusal iradenin gerçekleşmesi olarak özetlenebilecek bir anlam çerçevesinde kuramsal temele oturtulan parlamentonun itibarsızlaşması, bugün ileri düzeylere ulaşmış durumdadır. Türkiye benzeri ülkeler söz konusu olduğunda, bunun çok ileri düzeyler biçiminde düzeltilmesi doğru olur.

Ama ezilmekten bir hal olmuş halkımızın umudu olarak ortaya çıktıkları propagandasından geçilmeyen muhalefetin büyülü reçetesi, parlamentoyu ihya etmektir. Bunu nasıl yapacakları ise “iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş” sözcükleri ile özetlenmektedir. Haklarını yemeyelim, bu iki sözcüğün ötesine geçen sözler de verilmeye başlanmıştır. İleriki günlerde bunları konuşma fırsatımız olacaktır. Şimdilik, parlamenter demokrasinin artık çok geride kaldığını, bunu bilinen demokrasi diye anlamak da mümkündür, geçenlerde dile getiren Erdoğan’ın, bu muhalefetten daha gerçekçi olduğu ileri sürülebilir. Gerçi bu ikinci kampın işlevsizleştirmeyi hemen hemen en ucuna kadar götürürken, bir yandan da “gazi meclis” ululamasını eksik etmemesi, yaşadığımız dönemin gülünçlüklerinden mi demeli ikiyüzlülüklerinden mi, işte onlardan bir başkasıdır.

Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıfların temsilcilerinin başlıca yönetim araçlarından biri olarak parlamento ise apayrı bir konudur. TKP’nin ilk kez 2007’de kamuoyuna sunduğu “Toplumcu Anayasa için taslak” başlıklı belgede buna “yüksek meclis” adı yakıştırılmıştı. Artık öyle mi denir, halk meclisi mi denir, ikisi birleştirilerek mi kullanılır, yoksa daha güzel bir adlandırma mı bulunur, bilinmez, ama bunun emekçi halkın ülkeyi yönetmesinin en önemli organlarından biri ve bugüne kadarkinden çok farklı olacağı kesindir.

***

Bir de, belli bir sona doğru gidildiği belli olan şu günlerde, zaten kendi dilini doğru ve güzel konuşma konusunda pek de özenli sayılamayacak halkımızın büsbütün umursamaz oluşuna takılmadan edemiyorum. Yoksa, halkımız diyerek bulabildiği kadarıyla işinde gücünde olan insanlara haksızlık mı etmiş oluyorum, sözüm ona mesleği bu olanların özensizlikleri, yahut kim bilir, cahillikleri mi bunlar?

Bir tür potpuri yapmaya çalışalım bakalım.

Organize suç örgütü liderliği ithamıyla suçlanan birinin eskiden öyle anılan Babıali yüksek kapısında yer tutmuş ne kadar kuruluş ve müessese varsa hepsinden daha yüksek reyting derecesi elde etme imkân ve olanaklarına kavuşması tesadüf mü sayılır yoksa bunu sıcak bir planın mahsulü mü addetmek gerekir?

***

Çok anlatılan, dolayısıyla çok bilinen öykünün yeri gelmiş sayılabilir, hatırlatmadan geçmeyelim. Öykü, söylenti, değiştirilerek dile getirilmiş yaşantı… Bunlar da denebilir. En iyisi, eskiliğine aldırmadan, “mesel” demek; eğitici öykü ya da masal anlamına geliyor.

Padişahın biri, esaslı bir vergi salıp yanı sıra birçok malın fiyatlarını da artırdıktan bir süre sonra vezirini tebdili kıyafet halkın arasına göndermiş ve buyurmuş: “Bak bakalım, ahali ne diyor?” Vezir dönüp gelmiş, biraz kaygılı, “Haşmetlim, insanlar kızgın, homurdanmalar artmış.” diye rapor etmiş. Hükümdarda ses yok. Bir süre sonra yeni bir vergi daha salıp aynı görevlendirmeyi yapmış; gelen rapor farksız. Aldırış etmemiş hükümdar, vergiler salmaya, halkın boğazına basmaya devam etmiş. Her defasında gelen raporlar birbirine benziyor, yalnız homurdanma dozunun arttığına ilişkin ekler var. Sonuncusunda, halkın nabzını öğrenmekle görevli vezir çok huzursuz, nasıl anlatacağını bilemiyor: “Hükümdarım, ahali gemi azıya almış, haşa huzurdan, muhterem valide sultanı benzetmekle ilgili tasavvurlarını açık açık haykırır olmuşlar.” Hükümdar yine fazla aldırmamış; yalnız, haddini bilmez vezirin kellesini vurdurduktan sonra, yeniden bildiği yoldan gitmeye devam etmiş ve yeni bir nabız yoklayıcı görevlendirmiş. Derken, gelen raporlardan biri şöyle olmuş: “Ahali gayet memnun, herkes zil takıp oynuyor.” Bunun üzerine hükümdar telaşla yerinden kalkıp buyurmuş: “Aman derim, şu vergileri geri alın hele!”

***

Son ya da sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Bütün bir ülke, o ülkede yaşayan toplumun tümü olarak kıl payı dengedeyiz bir bakıma. Bu, mecazen değil sözcüğün ilk anlamıyla, bir kaosun, ona eşlik edebilecek bir topluca çıldırmanın eşiğindeyiz, demektir. Dahası, sözlük anlamıyla kaosa, sonu kolaylıkla görülemeyen bir kargaşaya girmek, hiç de küçümsenmeyecek bir olasılıktır. Eğer bu öngörü doğruysa, en azından doğruluktan çok uzak değilse, herhangi bir karamsarlık yahut panik durumuna yol vermeden şu saptamayı yapmak gerekir: Sorun, kaosun emekçi sınıflar eliyle, bu demektir ki, onların yararına bir aydınlığa ulaştırılmasıdır. Bunu sağlayabilecek hiçbir şey, bize yabancı değildir, olmamalıdır.