Siz istediğiniz kadar taktik geri çekilme, kış şartları, daha güçlü vuruş hazırlığı, karınca incitmeme kaygısı filan deyin. Manzara ortada. Kiev oradaysa Kherson burada.

Kiev’e giderken...

Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısı 24 Şubat’ta başlamıştı. Türkiye kamuoyundaki genel kanı Rusya’nın daha doğrusu Putin’in ezip geçeceği yönündeydi. Rus birlikleri neredeyse dört bir yandan saldırıya geçmiş Ukrayna ordusunu geriletmiş, Kiev’in kapılarına dayanmıştı. O anda görünen olasılık Kiev’deki aşırı sağ destekli rejimin hızla çökmesi, “komedyen çocuk” Zelensky’nin kapağı Varşova üzerinden Londra’ya atması, hatta II. Dünya Savaşı’nı da anımsatır şekilde sürgünde bir “Özgür Ukrayna” hükümeti kurmasıydı. Bu senaryonun araziye yansıması da aşağı yukarı şöyle olacaktı: Kiev’de göreve gelecek yeni yönetim Rusya’yla masaya oturacak, sonuçta yeni bir sınır düzenlemesi yapılarak Ukrayna’nın Rusça konuşanların ve etnik Rusların nüfus çoğunluğuna sahip oldukları doğu bölgeleri Rusya’ya bırakılacak, mesele kapanacaktı.

O dönemde medyada dış politika uzmanları sağanağı yaşanıyordu. Aktarılan görüşleri kabaca ikiye ayırabilirdik. Bir tarafta NATO’ya aidiyetin otoriterleşen ve AB sürecinden de kopan Türkiye’yi “çağdaş uygarlığa” bağlayan son halat olduğunu düşünenlerin Batı kaynaklarından akan enformasyon ve dezenformasyonu harmanlayarak ortaya koyduğu “Özgürlüğü için mücadele eden Ukrayna’ya karşı yayılmacı ve saldırgan Asyalı despotik Putin rejimi” formülü vardı. Diğer yanda ise Putin’in ABD öncülüğündeki emperyalist cepheye karşı bir savunma savaşı verdiğini ve bu savaşı kesinlikle kazanacağını savunanlar. 

Mart ayı başlarında genelde izlediğim bir kanalda diplomat eskisi sıfatıyla bu konuda görüş vermeye davet edilmiştim. Putin’in saldırıyı başlatmanın ötesinde savaşı gerekçelendirme şeklinin de yanlış olduğunu, Ukrayna halkını yok saymakla hata yaptığını ve bir anlamda tuzağa düştüğünü söylediğimde otuzlu yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim sunucu hanımefendi kıkırdadı ve “ne tuzağı, Rus birlikleri Kiev’in kapısındalar” mealinde bir yanıt verdi. 

Türkiye’de geniş kesimlerdeki Rusya sevgisi, hatta hayranlığının bu boyuta vardığını görmek beni şaşırtıyor açıkçası. Üstelik bu kesimler medyada ahkam kesen emekli askerler, solcu gazeteciler, otoriter rejim hayranı sağcı yorumculardan da ibaret değil. Yaşadığım yerde konuştuğum, bildik deyimle, sıradan insanlarda da var bu Rusya ve Putin hayranlığı. “Adam, kafaya koyduğunu yapıyor, Amariga’ya dersini veriyor” anlayışı bir hayli yaygın. O düşüncenin uzantısı “keşke biz de …” diye devam ediyor aslında ama o kısmı çok açık söylemiyorlar. Tercüme etmeye çalışalım. “Keşke biz de Suriye’ye girsek, Ege Adaları’nı alsak, Atina’da çay demlesek, Ermenistan’dan geçip Bakü’ye uzansak...” Motorlu taşıt kullanırken GTA1 oynadığını düşünenlerin, savaşı da bir bilgisayar oyunu kaygısızlığında düşlemeleri doğal diyelim.

Yine de Türkiye’nin siyasal ve toplumsal hafızasını dikkate alırsanız Rusya’ya verilen bu destek ilgi çekici. Kamuoyu yoklamalarına göre halkın ezici çoğunluğu, Ukrayna’yı yedirtmeyelim görüşündeki ABD veya Avrupa’dakinin aksine Türkiye’nin tarafsız kalmasından yana. Akepe hükümetinin en fazla destek alan dış ilişkiler alanı da Rusya-Ukrayna savaşındaki tutum. Kuşkusuz bunun en temel nedenlerinden biri ülkedeki Batı karşıtlığı. Tek başına çok sağlıklı görünebilir ama Batı’ya karşı Putin’in, Aliyev’in, İmran Han’ın, Hamaney’in ve hatta Taliban’ın yanında duruyorsanız değil. Emperyalist Batı’ya karşı olmanın ekonomik ve sınıfsal bir boyutu da olması gerekir. Batı bizi ve 3. Dünya ülkelerini sömürdüğü için karşıyız ama Rusya sermayesi Akkuyu’ya, Sinop’a, İğneada’ya çöker veya çöktürülürse, Türkiye’nin emekçi halkının sırtından yürütülen enerji yağmasına olanca ağırlığıyla katılırsa sorun yok. Yok mu?

Türkiye’de ABD-NATO yandaşlığının bir tarihi var. Bunu en güzel açıklayan kitaplardan birini yeni okudum. Doç. Dr. Cangül Örnek’in “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı”. Mutlaka alın ve okuyun. ABD’nin bu konuda yaptığı sistematik ve neredeyse bilimsel bir çalışma var. Üstelik arazi de çok verimli. 1930’lu yıllardan başlayarak netleşen ve 2. Dünya Savaşı sırasında kuduran antikomünizm ve Osmanlı döneminden miras alınan Rusofobi inanılmaz uygun bir sentez yaratmış. Akademya dönüştürülmüş, sol zaten devlet zoruyla sindirilmiş, çökertilmiş. Dolayısıyla bugün Washington ağzıyla konuşanları izlerken hiç şaşırmıyorsunuz. 80-90 yıllık bir “emeğin” ürünü duruyor karşınızda. Yalnız artık etkili değiller. Dikkate alınmıyorlar. Konuştuklarıyla kalıyorlar.

Buna karşın, Çarlık Rusyası’nı kapitalist düzlemde yeniden ihya etmeye çalışan Putin yönetiminin Türkiye kamuoyu, karar vericileri, moda deyimle fikir önderleri üzerinde böyle uzun soluklu bir çalışmasından haberdar değiliz. Bir köşe yazısında çözülecek mesele değil bu. Doç. Dr. Cangül Örnek’in yaptığı gibi saygın bir akademisyen de gelecekte bu kapsamda bir eser verirse öğreniriz.

Savaşın dokuz ayı dolmak üzere. Bir sürü ders birikti. Enerji meselesinin küresel çapta ne tür ekonomik ve toplumsal yansımalarının bulunduğundan tutun da konvansiyonel savaşın değişen modalitelerine kadar yeni bilgiler edindik. En çarpıcılarından biri de şayet çarpışan iki modern orduysa savaşta insan unsurunun hiç de önemsiz olmadığıydı. Süpersonik, hipersonik füzeler, insansız hava araçları filan derken, sahada yeterli sayıda kararlı ve donanımlı askeriniz yoksa kesin sonuç alınmasının hiç kolay olmadığını sanırım kavradık. 

Rusya elbette güçlü bir orduya sahip. Ülkenin kaynaklarının önemli bir bölümü SSCB’nin yarattığı teknolojik birikimi savunma alanında deyim yerindeyse güncellemeye ayrılıyor. Zaten dünyanın en büyük nükleer silah gücü. Arada 30 yıllık bir fark olduğu için hiç çekinmeden SSCB’ye göre teknolojik bakımdan çok daha üstün bir orduya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yine de SSCB’nin hala üstün olduğu biri nicel, biri nitel iki alan var. Bunlardan birincisi, basitçe söyleyelim kelle sayısı. Yanlış anlamıyorsam SSCB dağıldığında 220 milyon nüfusu vardı. Şu andaki nüfus ise 140 milyon civarında ve artış hızı çok düşük. Bunun anlamı silah altına alabileceğiniz insan havuzunun daralmasıdır. Rusya gibi onbinlerce kilometrelik sınırlarını koruması gereken bir ülkenin yeterli sayıda askeri yok. Yakın gelecekte de olmayacak. Bunun sebebine nitel alanda girmeye çalışalım.

SSCB’nin Rusya’ya kıyasla nitel üstünlüğünün iki boyutu vardı.  Birincisi o rejim insanını gereği gibi besleyebiliyordu. Karın doyurmanın, sağlıklı beslenmenin piyasanın insafına bırakılmadığı bir rejimden söz ediyoruz. Şimdi lütfen yarım akıllının biri çıkıp tek tip peynir, tek tip jambon, tek marka un filan demesin. Bırakın Türkiye’yi İngiltere’de bunlardan belki biner çeşit ya da marka var ama nüfusun önemli bir bölümü karnını doyurabilmek için gıda bankalarının önünde kuyruğa giriyor.  

Rusya’ya dönelim. SSCB dağıldıktan 6-7 yıl sonra Yeltsin döneminde silah altına alınan RF vatandaşlarının neredeyse üçte biri ya tüberkülozlu ya da aşırı zayıftı. Uzak Doğu ve Kuzey bölgelerinde özellikle de ulaşımın güçleştiği kış aylarında halk açlıktan ölmemek için SSCB döneminden kalma stratejik gıda depolarının açılmasını bekliyordu. Nükleer füzelerin de bulunduğu kimi üslerde kurtlu konserve yedirilen asker ve subaylar ayaklanıyordu. Potemkin Zırhlısı filmini anımsadınız değil mi? Şimdi durum bu ölçüde vahim değil ama Rusya halkının geniş kesimleri gelir dağılımındaki eşitsizlikten muzdarip ve SSCB günlerindeki gibi beslenemiyor. O yüzden de nüfusun bugünden yarına artmasını beklemek gerçekçi değil. Başka bir deyişle Rusya’nın yakın gelecekte de karşı karşıya bulunduğu sınamalarla başa çıkmaya yetecek sayıda askeri olmayacak.

Nitel üstünlüğün ikinci boyutu ise düşünsel. Rus nefretinin saçmalık seviyesine vardığı Batı’nın bütün katkılarına rağmen Rusya Federasyonu ordusunda görev yapan askerlerin savaşın gerekçesi ve gerekliliği konusunda tam olarak ikna olduğunu sanmıyorum. Ortada savunulacak bir Sosyalizm de yok. Bu yüzden de meydan Kadirov gibi mağara kaçkınlarına kalıyor. Yeri gelmişken şunu da ekleyeyim. Ukrayna Ordusu’daki Nazi unsurlarına haklı olarak isyan edenlerin mideleri nasıl oluyor da aile boyu gerici mafya Kadirov’u kaldırabiliyor anlamıyorum.

Geldiğimiz noktada, Kiev’in kapısından Dinyeper’in doğusuna giden yolun birçok “makul” açıklaması olabilir. Meslek hayatım boyunca en iyi öğrendiğim şeylerden biri her konuda argüman üretilebileceğiydi. Yapmanız gereken yüzde 95’i palavra olan bir olguya yüzde 5 gerçeklik ilave etmekti. Dolayısıyla siz istediğiniz kadar taktik geri çekilme, kış şartları, daha güçlü vuruş hazırlığı, karınca incitmeme kaygısı filan deyin. Manzara ortada.

Kiev oradaysa Kherson burada.

  • 1. Grand Theft Auto: 45 yaş altı herkesin bildiğini sandığım 1997 çıkışlı bilgisayar oyunu. Kabaca tarif edersek, bir araba çalıyorsunuz ve sonra manyak gibi araç kullanarak polisten kaçıyorsunuz.