'1980’lerden bu yana devrimcilerin yalıtılmasında etkili bir suçlama olarak kullanılan bu etiketler gerçek sahiplerine yapışıp kalacak gibi görünüyor.'

Kibir ve hırçınlık adres değiştirdi

Bazı şeyler de 1980’lerde başladı. Bu aralar bütün kötülüklerin AKP’ye, onun da Babacan-Davutoğlu sonrası dönemine fatura edilmesi adet oldu ya; öyle değil, bazı şeylerin başlangıcı daha eskidir. 

Bunlardan biri de solun “kibir” suçlamasıyla terörize edilmesidir. Mihail Gorbaçov Sovyet liderliğini ele geçirdikten sonra, bir zaman, konumuyla örtüşen bir rolü oynamaya devam etti. Çok iyi hatırlıyorum, bir uluslararası basın toplantısında Batılı bir gazeteci Sovyetler Birliği’nde insan hakları ihlalleri diyecek olduğunda, Gorbaçov “Ben SBKP birinci sekreteriyim, bana böyle soru soramazsın” diye kükremiş, hatta masayı yumruklamıştı. Meğer masanın altında sakladıkları görünmesin diyeymiş… 

İşte o değişimin “kibir” eleştirisiyle güçlü bir bağı vardır. Gorbaçovculara göre tek bir doğru olamazdı, bir şey pekâlâ aynı anda hem doğru hem yanlış olabilirdi, sol dünyayı kaba bir biçimde algılamayı bırakmalıydı… Bu laflar kapitalizmi toptan reddetmemek gerektiğine ve sosyalizm, devrim gibi iddiaları alaya almaya açılıyordu. 

İzleyenler masanın altından ne çıkacağını tartışadursun ihanet ve döneklik inisiyatifi ele almıştı. Türkiye’de solun 12 Eylül yenilgisini yaşıyor olması bu hamleyi kolaylaştırdı tabii…

Ve solda devrimci bir yaklaşım sergilemek, Marksist-Leninist geleneğe sahip çıkmak, birkaç yıl öncesine kadar ustalardan alıntı yapmadan konuşamayanların kibir duvarına çarpmaya mahkûm kılındı. İnisiyatif döneklerdeydi ve merkezi planlama demek ayıptı, piyasadan öğreneceklerimiz vardı. Demokrasiyi önemsemeyen berbat bir geçmişimiz vardı ve hâlâ darbe ve ihanetlerin bizi bıraktığı yerde otluyorduk… Bu ilginç kampanya kibirlilik suçunu da üstümüze yıktı. Her şeyi bildiğini iddia eden cahil solcular olarak neredeyse başımıza ne geldiyse hepsinden sorumluyduk. İnananları anlamamıştık, sayısız kimliğe haksızlık etmiştik, zaten de kemalisttik… 

O köprünün altından çok sular aktı artık. İnsancıllaştığını düşündükleri emperyalizmin kan dökmeye devam etmesi yetmedi, ama sırtlarını dayadıkları neo-liberalizmin aslında yağmanın doruğu olduğu açığa çıkınca hırçınlaştılar. 2010 referandumundaki “yetmez ama evet”, 2014 İstanbul seçimindeki “bas geç” sol-liberal alaycılığın tepe noktaları olarak görülebileceği gibi, bu hırçınlığın ilk büyük örnekleri olarak da düşünülebilir. 

Bugünkü tablonun uzun süre devrimci yaklaşımı kuşatan ve, itiraf edelim ki, ciddi ölçüde etkisizleştiren ikna gücü buharlaşıyor. Nasıl ikna edici olabilir ki? Türkiye siyasetinde solun sıkıştırılmak istendiği iki sosyal-demokrat kulvar olarak, CHP ile HDP’ye bir bakın…

Geleneksel sosyal-demokrasi diyebileceğimiz ilk kulvar ekonomi politikasını Babacan’a bırakmış bulunuyor. Oysa kamunun yağmalanması ve emekçilerin ezilmesiyle ekonomide geldiğimiz noktanın, Davutoğlu dış politikasının yaşadığı iflastan uzun boylu bir farkı yok. Fark emperyalist dünyanın Türkiye’nin emperyalistleşme rüyalarına sınır çekmesinden, sermaye yağmasına ise gaz vermesinden ibaret. CHP Erdoğan’ı eleştiren sağcıların birliğini inşa ederken, Cumhuriyet tarihinin en ağır yoksullaştırma operasyonunu yaşayan emekçi halkı nasıl uyutacağına ilişkin bir fikre bile sahip görünmüyor. Mademki, Kılıçdaroğlu’nun emeklilerle buluşmasında dediği gibi sorunlar “özellikle son üç yılda” ortaya çıkmıştır, emekçilere bu birlikte yer yoktur.

Yeni sosyal-demokrasi diyebileceğimiz ikinci kulvarsa Erdoğan’ı eleştiren solcuların toplanma alanı olarak gösteriliyor. Peki, bu çağrının koltuk vaadi dışında ne tür kozları olabilir? İktidara ortak olmak solu ikna etmek için yeterince güçlü bir koz sayılır mı, örneğin? Pervin Buldan düzenli aralıklarla önümüzdeki dönem HDP’nin iktidarın parçası olacağını tekrar ederken, bu sözlerin CHP ve İyi Parti’yi kapsadığını saklamıyor. Zamanında AKP’ye demokratik devrim yaptırtan sol liberallerin şimdi de Türkiye sağının Erdoğan ve Bahçeli dışındaki bütün renklerini içeren bir iktidar stratejisi çizmesi mümkün olacak mıdır? Olmaz diyemem, ama emekçilere burada yer olmadığını söyleyebilirim.

Bu iki akım devrimcilerin karşısında, emekçi sınıfların çıkarlarını esas alanlarla ilişkilerinde kibir ve hırçınlığa mecburdur. 1980’lerden bu yana devrimcilerin yalıtılmasında etkili bir suçlama olarak kullanılan bu etiketler gerçek sahiplerine yapışıp kalacak gibi görünüyor.