Gerçekten öyle mi? Orası belli değil. Zaten başlıktaki anlatımda da bir kesinlik yok, öyle göründüğü belirtilmiş. Gerçek öyle olabilir de olmayabilir de. Şimdilik.

Keyifler yerinde görünüyor

Moda deyişle “siyasal iletişimci” danışmanlarının öğütlerine uyarak öyle görünmeye çalışıyor da olabilirler. Ortalıkta cirit atan siyasal oyuncular, demek istiyorum. Biri dışında hepsinde bir rahatlık, bir özgüven, bir iyimser hava ki değmeyin gitsin… İnsan kuşkuya kapılıyor, o iletişim uzmanlarının işi bu, öyle görünmelerini öğütlüyorlar, demeden edemiyor.

Biri dışında derken kastettiğimse, hemen anlaşılmıştır, iktidardaki koalisyonun küçük ortağının başındaki, ne zaman kürsülere çıkıp konuşmaya başlasa burnundan soluyan öfkeli kişi. Gerçi, karşıdaki aygıtta yazılı olanları atlamamaya çalışırken aşırı dikkat harcadığından mıdır nedir, tekdüze bir sesle okuyup giderken, cümlelerin son sözcüklerine doğru sesini yükseltip bir elini de sertçe yukarı sallayarak öfkesini gösteriyor mutlaka. Ama bu öfke ve sertlik gösterme eyleminin amaçlanan ürkütücü etkiyi yaratabildiğini en sıkı militanlar bile düşünemiyorlardır herhalde.

Buna karşılık, koalisyonun büyük ortağının ve her şeyin başındaki kişi, keyifli görünenlerin ön sırasında yer alıyordu. Ne zaman? Altıların hafta başında sergilenen tuhaf gösterisinden iki gün sonraki alışılmış grup konuşmasında. Genellikle olduğunun tersine fazla bağırıp çağırmadan konuşmasının yanı sıra sadece kendi yandaşlarının değil karşısındakilerin de küçümsenmeyecek bir bölümünün doğrulayacakları şu cümleyi söyledi örneğin: “Ülkede ne yapıldığına baksalardı, metindeki vaatlerin çoğunun zaten daha fazlasıyla yapıldığını ya da yapılmakta olduğunu görürlerdi.”

Buradaki “daha fazlasıyla” sözcükleri dikkate alınmayabilir; seçim döneminin rekabetçi havasının ürünüdür: Biz daha çoğunu, daha iyisini yaptık, falan… Ama kendi yaptıklarından ve yapmakta olduklarından, yapmaya devam edeceklerinden farklı vaatlere pek rastlamamış olmanın keyfi sezilmiyor değil doğrusu.

Biraz sonraki şu sözlerde ise keyfin doruklara çıktığı anlaşılıyor; çünkü, bunlara itiraz edebilecek bir kişinin bile bulunması mümkün değil: “En büyük kriz ekonomi diyorlardı. Siz dün benim yanımda değil miydiniz? Merkez Bankası’nın, Ziraat Bankası'nın İstanbul'a gidişini konuşmuyor muyduk?”

Bu hatırlatmayı yapanın dün yanında olanlardan, bütün zamanların “en parlak” ekonomi bakanı ise bir gün önce konuk edildiği bir televizyon kanalında, Davos’ta dünyanın en zenginlerinin arasında kısa bir süre önce nasıl karşılandığını anlatıyordu.

Dünyanın en ünlü gazete yazarları çevresini sarmışlar, neler yaptığını, işlerin nasıl gittiğini sormuşlar. Bu iyi bir şeymiş elbette. Ama hükümetten kimse yokmuş, ne büyük aymazlıkmış. Bu durum “sayın Erdoğan’ın” kuru inadı yüzünden böyle oluyormuş. Zaten, şu son 4-5 yıldır yapılan saçmalıklar olmasaymış, şimdi düştüğümüz “gelişmekte olan” kategorisinden kurtulup yeniden “gelişmişler” kategorisine yükselirmişiz. O sözü edilen “son 4-5 yılın”, kendilerinin ekonominin başında olmadığı döneme rastladığını ayrıca belirtmeye gerek var mı? Böylece, daha önceki 15-16 yıl temize çıkarılıyor. “Nasipse” hükümet olduklarında herkes görecek o zamankinden farkı olmayan hangi ekonomik programı uyguladıklarını.

Anılan politikacının aynı televizyon programında kendisine yöneltilen “Partinizin açıklamalarında İstanbul Sözleşmesine dönüleceği söyleniyordu, ama mutabakat metninizde niye bundan hiç söz edilmiyor?” sorusuna yanıtı aşağı yukarı şöyleydi: Altıdan biri bile itiraz etse, o konuyu şimdilik gündem dışında bırakıyorlarmış. Bunu dinleyince, bir masonik ilke aklıma geldi. İlke yerine, uygulama demek daha doğrudur belki. Tanıdığım masonlardan dinlemişimdir: Yeni üye kabulünde evet anlamındaki beyaz ve hayır anlamındaki siyah boncukları bir torbaya atarlarmış; bir tek siyah çıksa bile üyelik reddedilirmiş. Burada herhangi bir imada bulunmuyorum kesinlikle, bana ilginç geldiği için hatırlamış olmalıyım.

Geçen günkü yazısında Fatih Yaşlı’nın belirttiği gibi son derece simgesel bir nitelik taşıyan İstanbul Sözleşmesi o kadar önemli değil, laiklik de yer bulamamış tantanayla ilan edilen metinde. Anayasal bir ilke olarak bile hatırlanmaması bir yana, laikliğin ete kemiğe büründüğü eğitim, tarikat ve cemaat yayılması türünden konular da sorun olarak görülmüyor.

Peki, bu durumun şaşırtıcı olduğu söylenebilir mi? Elbette, hayır. Bir bakıma, bunun tarikat ve cemaatler arasında bir mutabakat metni olduğu düşünülebilir. Hemen akla gelen birçok dayanak var bunun için. Örnek olsun, altı genel başkandan biri olan Uysal’ın 2014’te bir Nurcu yayın organına şu söylediklerine ilişkin herhangi bir geri çekme değil yumuşatma bile ortaya çıkmadı: “Bediüzzaman Said Nursî’nin koymuş olduğu tüm ölçüler hepimiz için önemli meselelerdir. Siyaset ve din meselesinde duruşu olmayanların bugün ne halde olduklarını ve dine zarar verdiklerini görüyoruz. Bunun için sadece bizim değil Türkiye’nin bugün Said Nursî modeline ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.”

Öte yandan, Karamollaoğlu’nun Nakşiliğin bir kolu olan İskenderpaşa Cemaati’nin başındaki Kotku’nun adını kendi tarafını belli etmek için oğluna verdiği daha o zamanlar ileri sürülmüştü. Ayrıca, kendisinin Madımak katliamı sırasında Sivas’ın yaklaşık dört yıldır belediye başkanı olduğu, 1994’te bir kez daha seçildiği, katliam sırasında ve sonrasında söyledikleri unutulmamış olsa gerektir.

Bunlara, istenirse, Cumhuriyet’in kurucu partisinin başındaki politikacının o konumda kendisini önceleyenlerden ölmüş olanların çoğunun kemiklerini sızlatacak, sağ olanların nasıl tepki gösterdiklerini ise benim bilmediğim dinsel söylem ve eylem düşkünlüğü de eklenebilir.  

Buradan laiklik vurgusu, tarikat ve cemaatlere karşı önlem, Diyanet’e çeki düzen işareti çıksaydı şaşırmak gerekirdi asıl.

Emperyalist dünya ile ilişkiler, oralara bağımlılığın getirdikleri, bunlara karşı neler yapılacağı ve benzeri konuların ise bırakalım gündeme akılların köşesine bile gelmediği de anlaşılıyor. Yine, gelseydi şaşırtıcı olurdu, demek gerekiyor.

Şöyle bir soru da takılıp gelmez mi acaba? Peki, aldığı alacağı oy belli olan partilerin siyah boncuk atma hakkı tanınarak masaya oturtulmasında basit oy hesabının ötesinde bir gerekçe olabilir mi? Olumlu yanıt verip arkasını şöyle getirmek mümkün görünüyor: Bizim 20 yıldır yapılıp edilenlerden köklü bir fark yaratma yönünde ne gücümüz ne de niyetimiz olabilir. Herkesin bildiği, alıştığı düzeni zorlama amacımız yok. Olsaydı, bunları da aramıza alır mıydık? Sözümüze güvenmiyorsanız, bu yaptığımıza güvenin; o ortaklarımızı bir tür emniyet sübabı olarak kabul edin, içimizde çeşitli etkiler altında kalıp da sınırları aşmaya yeltenenler olursa, onları engelleyeceklerdir.

Böyle demek mi istiyorlar, nedir?

Kısacası, çoktandır burada yazmaya uğraştığımız olasılık ete kemiğe bürünüyor. Uzatmamak için Fatih’in iki gün önceki yazısından aktarıyorum: “(…) ortaya çıkacak şey bu köşede yıllardır yazdığımız üzere ‘AKP’siz AKP rejimi’nden başka bir şey olmayacaktır. Velhasıl, AKP iktidarından sonra Türkiye’yi AKP’siz AKP rejimiyle mücadele beklemektedir.”

Kendilerine “Kırk katır mı kırk satır mı?” seçenekleri sunulanlardan farksız bir durumdayız, diyenler çıkabilir. Pek de haksız sayılmazlar ama, toplumsal mücadelede böyle çıkışsız ikilemlerden kurtulmanın yolu, siyasal iktidarın sınıf içeriği kökten değiştirilmeden açılmaz. Açılabilseydi, işimiz çok kolay olurdu.