“Salgın paniği” her ne kadar tam aksini murat etse de (dikkat çekmek, yaşananların önemini vurgulamak, durumun ciddiyetini ve aciliyetini ortaya çıkarmak) rahat rahat yönetilmeyi de kolaylaştırıyor.

Kaygıyı yönetmek, kaygıyla yönetilmek

Geçtiğimiz hafta içinde korona virüs sayıları bir kez daha arttı ve kaygı da yeniden tırmanışa geçti. Neredeyse “bittik, mahvolduk” feryatlarına dönüşen bir kaygı yükseldi. Virüse, mutasyonlara, aşılara dair söylentiler de yeniden dolaşıma girdi. Bir tür feveran da denebilir, çünkü, kaygı kadar belirgin olmasa da yükselen seslerin içinde öfke de vardı.

Haksız mı? Yani kaygı ve feveran, canhıraş bağırış ve hatta yer yer yalvarmaya varan çağrılar… Yersiz mi?

Eh, pek değil. Herkes salgının artık bir biçimde dineceğini, söneceğini bekliyordu. Tam tersi oldu. Ama kaygı ne olup bittiğini değerlendirmeyi de bozuyor. Başından bu yana.

Salgının (iktidar tarafından yaratılan) bu yeni dalgasında rakamsal olarak daha Kasım ayının yarısına bile ulaşmadık. Evet, oraya doğru gidiyoruz, hem de hızla gidiyoruz ama kaygı ve panik hali boş bir serzenişi de beraberinde getiriyor. Yeni dalganın nedenlerini bile hatırlanmaz kılıyor.

Ve yönetmeyi de kolaylaştırıyor.

“Salgın paniği” her ne kadar tam aksini murat etse de (dikkat çekmek, yaşananların önemini vurgulamak, durumun ciddiyetini ve aciliyetini ortaya çıkarmak) dönüp dolaşıp yönetimi, hem de rahat rahat yönetilmeyi kolaylaştırıyor. Sanırım bu ironik durum artık daha fazla görülebiliyordur. İktidar, yeni dalgayla lebalep dalga geçerken muhalefet de iktidardan aklı-selimi oynamasını, acil önlemler almasını, toplumu (ve belki de muhalefeti de) rahatlatmasını bekliyor.

Birbirini tamamlayan iki parça gibi: sayılarla birlikte yükselen muhalif panik hali ve onunla paralel seyreden iktidar rahatlığı. Kaygı ve işgüzarlık birbirini tamamlıyor. Biri olmadan diğeri de olmuyor.

Kaygı, tam aksini iddia etse de iktidarın rahatlığını örtüyor.

Psikiyatride, psikolojide çok iyi bilinir: kaygının bağlayıcı bir yanı vardır. Hatta bağımlılığa, bağımlı ilişkiye giden anayollardan bir tanesi de kaygı ve kaygıyı yatıştırma biçimidir. Kaygı kaygıyı ve pışpışlanmayı besler, çağırır.

Ebeveyn-çocuk ilişkisinde, sevgili-partner ilişkisinde kaygı, kaygıyı ortaya çıkaran tarafa (ki bu çoğunlukla ebeveyn ya da narsisistik/anti-sosyal bir sevgilidir) bağlanılmasını, onun yörüngesinde kalınmasını sağlar. Kaygının dışa vurumu olan acabalar hep karşı taraftan beklentiler içerir: “Keşke şöyle yapsa, keşke şöyle olsa” biçiminde. Keşkeler hiçbir zaman yerine getirilmez ama keşkeler ilişkiyi ayakta tutar.

İlişkinin temel dinamikleri kökten değişmedikçe de kaygıdan kurtulma yolları döner dolaşır iktidarı elinde tutanın gücünü arttırır. Yani murat edilenin tersine kaygıdan kurtulma yolları kaygıya dayalı bir bağımlı ilişki ortaya çıkarır.

Karşılıklı bir ilişki bu: kaygı, süreklileşmiş bir “düzelme, düzgün olma, yola gelme, artık söz dinleme” beklentisi ile ayakta kalırken işgüzarlık ve bildiğini okuma ise bu süreklilikle yol alır. Toplumsal düzlemde yaşadıklarımız da az çok böyle: İktidar, kendisine dair muhalif beklentilerle de ayakta kalıyor ve sonunda hem ülkeyi hem de kaygıyı gönlünce yönetiyor.

Süreklileşmiş bir “bu kadarı olmaz hali” yani.

2000’lerin sonunda Naomi Klein bu yönetim biçimini yani iktidarın toplumu sürekli zihinsel bir bombardımana tabi tutmasını “şok doktrini” ile açıklamıştı. Ama toplumdaki ya da muhalif kesimdeki şaşırma, panikleme, şok olma kısmına çok bakmamıştı. Hatta iktidarın (küresel kapitalizmin) şoke etme, zihinleri dumura uğratma gücünü tek yönlü işleyen bir süreç olarak ele almıştı. Muhalefet cephesinin şaşkınlığı, her yeni olayda tırmanan donup kalmışlığı, Klein’ın radikal solumsu ufkunun dışında kalmıştı.

Gerçi bir tek Klein’ın ufkunun dışında mı kalmıştı? O da ayrı bir soru ama pek değil. Tüm muhalif cephenin kapitalizme, siyasi iktidarlara ve olup biten dair ufku “bu kadarı da olmaz” ile mühürlenmiş durumda. Hem de öyle birkaç on yıldır değil. Neredeyse bir yüzyıldır.

Çünkü, Türkiye’de ve dünyada sorun şurada: iktidarın alternatifi yine iktidarın aynısı! Düzen muhalefeti de toplumun ötesini göremez durumda kalması için var. Koca bir 20. yüzyıl tarihi devrimin zihinlerde, siyasette ve toplumsal hedef olarak gündemden düşürülmesi/düşmesi olarak görülebilir. Ve şimdi 21. yüzyıla devrolan da devrimsizlik sıkıntısı… İnsanların, toplumların, öznelerin ufku daralmış durumda.

Zizek, 10-15 yıl önce “insanlar dünyanın sonunun geldiğini düşünebiliyor ama kapitalizmin sonunun geldiğini düşünemiyor” derken çok haklıydı ama kendisinin de dahil olduğu tüm “radikal” düşünürler cemiyeti kapitalizmin sonunu ve tabii ki devrimi de belirsizleştiren bir toplamın parçası değil mi? Bugün kapitalizm, ufuksuz, mızmızlanan, kaygı ve panik havasını seven bir kurumsal muhaliflik sayesinde gayet rahat! En radikal haliyle bile.

Ya da mesela bugün Türkiye’de var olan siyasi iktidarın alternatifi nedir? Türkiye’de var olan toplumsal yapının, değerlerin, zihin hallerinin alternatifi nedir? Azıcık daha düzgünü mü? Mesela salgında “kitaba daha çok uyarak” adım atmak mıdır alternatif? Daha çok test yapmak, daha şeffaf olmak mıdır?

Dünyayı takip etmeyenlere masallar çok: Örneğin çok örnek gösterilen Almanya’ya bakın. Maske skandalı mesela bizzat iktidar siyasetinin içinden çıktı Almanya’da. Ya da İngiltere’yi ele alalım: Salgının kırıp geçirmesi Boris Johnson’ın kişisel tercihlerinin ürünü müydü? Bolsonaro kötü ama Kamala çok mu iyi? Alternatif bu mudur?

Bugün kaygıya sıkı sıkı sarılmış olan düzen muhalefetinin sorunu da burada: iş başlarına kalsa süreci benzer bir kaosla yürüteceklerinin gayet farkındalar ve tam da bu süreçte muhalefette olmanın keyfini çıkarıyorlar: sayılar yükselince feveran, sayılar düşünce cereyan!

Toplumu da peşinde sürüklüyor bu muhalefet.

Bir kapana sıkışmış gibiyiz. Bir ilişkinin kendini sürekli tekrarlayan gelgitlerine, iniş çıkışlarına kapılmak gibi bu hâl. Karşılıklı birbirini besleyen bir ilişki biçimi: kaygı, feryat figan ve karşılığında işgüzarlık, rahatlık, bildiğini okuma.

Çözüm ne? İktidardan “oyunu kurallarına göre” oynama beklentisi. Bu kadar! Kurallar değiştirilirken ve hatta oyun çoktan bitmişken bile kuralların gözetilmesi, kurallara uyulması bekleniyor ve bütün topluma da bu anlatılıyor. Büyük bir çözümmüş gibi.

Bütün mesele bu!

Not: Dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır ama bu yazının şu üç yazıyla aynı “ruh halini” taşıdığını da belirtmeliyim: Aydemir Güler, Kullanışlı Ulusalcılar; Anıl Çınar, AKP şiddeti nerede uyguluyor? ve Kemal Okuyan, Atlantik’in öte tarafındaki komedi Erdoğan’ın trajedisi olur mu?