Cumhuriyetin kuruluş döneminde, halkçı, devletçi ve aydınlanmacı bir toplumun kurulması gibi başlıklarda devlet memurluğunun bir istihdam pozisyonu olduğunu biliyoruz.

Katibime ne güzel yaraşır!

Yarın, takvimsel olarak yüz yılı tamamlamasına bir kalkmış bir Cumhuriyetin kuruluş yıldönümü. Tam da bugün içinde bulunduğumuz şu durumda böylesine tarihsel öneme sahip bir günü nasıl kutlamak gerekir dersiniz? Ne kutlaması, “Cumhuriyet” kelimesini dillendirmeye yüzü yok bu ülkenin diyeceksiniz. Haklısınız. Ama biz yine de ısrarcı olalım, bugün 1923 Cumhuriyetini analım ve 2023 için yenisini, daha da iyisini kurmaya niyetlenelim derim.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin asırlık tarihi içerisinde ele alınacak, anılacak, özlenilecek ya da dert yanılacak pek çok alan var. Ben konu seçimimi, bu tarihin kurucu, ilerletici, kimi zaman, çıkarcı, yiyici son zamanlarda ise yıkıcı özneleri haline gelmiş kadrolarından yana kullanıyorum. Bu yazı, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “memurları” üzerine olacak.

Öz bir tarihsel bakışla hatırlayalım, bugün “kamu personeli” adı verilen istihdam pozisyonlarının kökü: klasik dönem Osmanlıda padişaha itaat etmekle yükümlü “kul-memurlar”dan, sonraki yüzyıllarda taşrada “kamu hizmeti” karşılığında toplumsal artığa el koyan “tımar düzeni memurlarına”, nizamnamelerle düzene koyulan memurluk rejiminin ücretlilerine, uzun etekli setre ve pantol giyen “katiplere” dönüşüp, nihayet 1923 Cumhuriyetinin kurucu kadrolarını oluşturan “Devlet memurları”na dayanıyor.

Sınıfsal olarak tanımladığımızda, “kamu emekçileri” diyoruz, emek sermaye çelişkisinde, sınıflar savaşımında, ülkenin işçi sınıfının ayrılmaz bileşenlerinden kabul ediyoruz. Ancak öte yandan devlet memurluğunun, kamusal hizmet ve görevlerin bunun da ötesinde bir önemi ve anlamı olduğunu da kabul etmek gerek. 

Nitekim Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş döneminde, ekonomi, tarım, ticaret, bankacılık gibi temel alanların yanısıra, eğitim reformu, kültürel bir dönüşümün gerçekleşmesi, halkçı, devletçi, bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı bir toplumun kurulması gibi alanlarda devlet memurluğu kadrosunun bir istihdam pozisyonu olmaktan çok daha fazla işlevi olduğunu biliyoruz.

20. Yüzyılın ortalarına kadar giyimiyle kuşamıyla, yaşam biçimi, çalışma disiplini, okuması yazması, toplum içinde bulunma biçimiyle, aile içi ilişkileri, arkadaşlığı, ahbaplığı ile aydın, laik ve ilerici “yurttaş” modeli oldu Türkiye’de “memurlar”. 

Ülkede sınıflar mücadelesinin yükseldiği ve aralıklı darbe dönemleriyle ağır saldırılar yaşanan dönemlerde ise bu profile bir de yurtsever, devrimci ve örgütlü öncü emekçi karakter eklendi. Öğretmenler, sağlıkçılar, kültür sanat çalışanları, kamu işçileri, diğer memurlar, polisler, hukukçular bu ülkenin aydın, bağımsızlıkçı ve laik öncüleri olmaya devam etti.

Derken,12 Eylül 1980 darbesi geldi. Bu tarihin Türkiye emekçi sınıfları açısından ne anlama geldiğini, nasıl bir yıkım sürecine başlangıç olduğunu tekrarlamaya gerek yok. Ben kamu emekçileri açısından nasıl bir saldırı başlattığını hatırlatayım sadece.

1980 sonrasının hızlı yeni liberalleşme döneminde pompalanan “özel güzel, kamu çirkin”, “piyasa verimli, kalitelidir, kamu hantal ve paspaldır” ideolojik palavraları ile ince ince bir saldırı başlatıldı.

Devletin piyasalaşması, Cumhuriyetin sermaye egemenliğine devredilerek şirketleşmesi, toplumsal yapının çürütülerek gericileşmeye zemin açılmasının kaynaklarını görüyoruz o dönemde. Özelleştirmeler, kamu kaynaklarının piyasaya çıkarılmasına ve bunlarla birlikte kamu istihdamının nicel olarak daraltılmasına zemin hazırlıyordu. 

Sadece satışa dayalı özelleştirmeler de değil, 1980’lerin sonundan 2000’lerin başına kadar “sözleşmeli personel” ve  “taşeron işveren” uygulamaları ile de “memur” statüsünde çalışmanın hem nicel olarak azaltılması hem de niteliksel olarak kritik kadro olmaktan çıkarılması hedefleniyordu.

AKP iktidarı bu hazır sofraya oturmuş oldu. Hatırlayalım, AKP’nin ilk yıllarına denk düşen dönemde, hantal ve bürokratik devletin değişmesi gerekliliği, katı ve kaba ideolojilere son verecek bir liberalleşmenin, yerellik ve sivillikle süslenip geldiği müjdeleniyordu.  Bu süslü ve “Yeni Türkiye”de “TC’nin memur zihniyetine” yer yoktu.

Sonrası göz açıp kapayana kadar geçiverdi. AKP’nin özelleştirmelerdeki rekorlarını biliyorsunuz, “Kamu Reformu” adı altında: hizmetlerin piyasalaşması; taşeronlaşma; esnek istihdam ve çalıştırma modelleri; performansa dayalı ücretlendirme; emeklilik ve sigorta rejiminin piyasalaşması derken bugünlere geldik.

Bugün ne var? Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, ülkede köşe bucak, aydınlığı taşıyan, el üstünde tutulan, yeni nesillerin yaratıcısı sayılan genç öğretmenlerin yerine: mesleki donanım alabilmek için piyasaya eleman yetiştirme güdüsüyle kurulmuş üniversitelere mecbur bırakılan; mesleki saygınlıklarının hiçe sayıldığı, neresinden tutsan elde kalan merkezi sınavlarda yarıştırılan; toplumun değil yine piyasanın gereklerine göre belirlenen kadrolar için atama bekleyen; çoğu atanamayıp umudu kırılan, kimini meslekleri dışında çalışmak zorunda kaldıkları işlerde iş kazasında, kimini ise umutsuzluklarının sürüklediği derin karanlık sonrasında yaşamlarına son verdikleri için kaybettiğimiz; Devlet okullarında çalışamadıkları için özel sektörde güvencesiz ve ağır çalışma koşullarına, düşük ücretlere mahkum edilen genç öğretmenler var.

Yaptıkları hizmette yabancılaştırılmış, küstürülmüş, incitilmiş, gerici zorbalık ve şiddet karşısında yalnız bırakılmış, toplumsal duyarlılıkları ve değerleri yüzünden cezalandırılan, örgütsüz bırakılmaya çalışılan, mesleki onurları zedelenen sağlıkçılar var.

Bu ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel, hukuksal, kentsel, kırsal istisnasız her alanında bakanlıklarda, kurumlarda, işletmelerde var olan, ancak ne liyakata ne de rasyonel işleyişe olanak sunmayan, tüketen ve çürüten bir çalışma rejimi altında biçim biçim formda istihdam edilen kamu çalışanları var.

Doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2022 yılı verilerine göre kamu istihdamı, 4 milyon 921 bin 46 kişi. Her yıl milyonlarca genç insan bu istihdamın parçası olabilmek için sınavlara giriyor. Güya, rasyonel bir yerleştirme olsun, kayırma yerine liyakata dayalı atamalar yapılsın gerekçesiyle 1990’ların sonunda getirilen merkezi sınav sisteminin de bugün ulaştığı noktayı görüyoruz.

Soru sızdırma, çaldırma, sözlü sınav yolsuzlukları daha neler neler. Yukarıda sözünü ettiğim “kamu reformu” kapsamında personel alımında merkezi sınava geçilmesinin başlatıldığı dönemde, 1998’de,  Devlet Personel Başkanlığı'ndan sorumlu Devlet Bakanı olan Hikmet Sami Türk, basın demecinde amaçlarının devlet memurluğunu bir “kariyer” haline getirmeye çalışmak olduğunu söylemişmiş. Geçenlerde, şu 2022 KPSS skandalından sonra tekrar röportaj yapmışlar, bu sefer de” o sınavın amacı devlet memurluğuna en iyisini almaktı, liyakata dayanmaktı ama maalesef partizan uygulamalar var”, diye açıklama yapmış.1 

Maalesef demek için çok geç. 1980 sonrası istisnasız tüm hükümet dönemlerinde el birliğiyle, bile isteye, ülkede kamu personel sisteminin kökünü kazıp, AKP hükümetlerine devrettiler. 

Yarın 29 Ekim 2022, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yaşından gün almaya başlayacak. Ne dedik yazı başında, 2023 için yenisini daha iyisini kurmaya niyetliyiz. En güçlü yanımız, yeni nesiller yaratacak, aydınlığı, eşitliği, laikliği, bağımsızlığı, özgürlüğü kuracak, Cumhuriyet kadroları olmaya yakışacak milyonlarca yurttaşın varlığı.

Yeter ki kendimize inanalım. Yeni bir Cumhuriyeti yeniden, yurttaşlık görevimiz, kamusal sorumluluğumuz olarak hep birlikte kuralım.