Emperyalizm niteliksiz yöneticiler çağındadır. 

Karışık günlerde karışık notlar

Birinci not, ister istemez mi demeli, savaşan tarafların başındakilerle, onlardan bazılarıyla ilgili olacak. İster istemez diyorum, çünkü hemen hemen herkes onlarla ilgileniyor, ilgilenmeleri sağlanıyor. Oysa, onların birkaçı dışındaki büyük çoğunluğu buna değmez. Emperyalizm niteliksiz yöneticiler çağındadır. 

Coğrafya olarak bize yakın taraftakilerle ilgili olanları sonraya bırakıp uzaktakilerin başındakine bakalım. Biden efendi, “Birliğin Durumu” konuşmasında, herhalde birleşik  varsayılan Amerikan eyaletleri kast ediliyor olmalı, şöyle demiş: "Putin Kiev'i tanklarla kuşatabilir ama asla İran halkının kalbini ve ruhunu kazanamayacak". Bunlar İran’la uğraşırlarken Bay Biden ne kadar yönetimin içindeydi, hatırlamıyorum ama, epeydir Amerika’da “yönetici” konumundadır, dolayısıyla oradan kalma bir bellek karışıklığı içinde olması muhtemeldir. Bununla birlikte devlet aygıtı, bizdekiler de buna benzer “yerinde” müdahaleler yaparlar, biliyoruz, hemen müdahale etmiş ve o cümledeki “İran” sözcüğü yerine “Ukrayna” düzeltmesini yaparak Beyaz Saray internet sitesinde o biçimiyle yayımlamış. Gerçi, bu emperyalist dünyanın “devlet adamları”nın kırdıkları potların bini bir para. En yakın örneklerden biri, “majestelerinin” dış işleri bakanının atıp tutarken Baltık Denizi’ni Karadeniz’e yapıştırmasında ortaya çıkmıştı. Kim bilir hangi fiyakalı üniversiteden diplomalıdır o hanımefendi. Şimdi, meraklısı için bir soru: Hangi üniversiteden? Bir de ipucu: Diplomanın havalısı cehaleti ortadan kaldırmaz.

Uzak coğrafyaları bırakıp yakına geleceğim de, çare yok, kemikleri bile kalmamış babamın çocukluğumda bana sık sık anlattığı söylenti geliyor aklıma: Hani, Yıldırım Bayezid bizim Ankara yakınlarında savaşıp tutsak düştüğü Timurleng’in huzuruna çıkarılmış. Timur, onu görünce ellerini göğe açıp söylenmiş: “Hey büyük Allahım, dünyayı bir körle bir topala mı bıraktın?”

***

Yakın coğrafyalara gelince, Anadolu’daki kurtuluş savaşında destekçimiz, ondan bir süre sonra zoraki düşmanımız, coğrafyanın kader olduğu söylemi doğruysa, her zaman komşumuz “kuzeydeki ayı”nın adamlarından söz etmek gerekecek. Bu “kuzeydeki ayı” tamlamasıyla ilgili bir anıyı biraz sonraya bırakıp devam edeceğim. 

O komşumuz “kuzeydeki ayı”nın gündemdeki adamı, Putin adını taşıyanı, sadece kendi ülkesindekilerin değil bütün emekçi insanlığın bir zamanki umudu ve güç kaynağı olmuş topraklardan çıkmıştır. Onu koruyup kollamış, bugünkü yerine değilse bile, hemen öncesine getirmiş, kendisini her anışımda bizim Yalçın Hoca’nın damgasını taşıyan sövgüyü eksik etmediğim “sarhoş faşist” Yeltsin ise orada yetişip önemli konumlara yükselmiştir. Bu sonuncusunu keşfedip “yükseltmiş”  olan tanınmış hain Gorbaçov’u da eklemeden geçemeyiz.

Bu sövgülü sözleri kullandığım kimselerden en azından ikisinin, daha yaşlı olanlarının, her zaman saygıyla, şükranla andığımız Sovyet sosyalizminin yurttaşları olduğunu nasıl unutabiliriz? Yurttaşları olmanın çok da önemi yok, hatta hiç önemi yok. Hangi devrim bir insan ömrüne bile sığabilecek sürede bütün yurttaşlarını geliştirip “adam edebilir”?  Elbette hiçbiri. Ama daha önemli ve ortaya çıkan yanıtları açısından dehşet verici olan soru şudur:  Gözü gibi üstüne titrediği iktidarını sağlama alıp ilerletmesi gereken yurttaşlarını seçerken, seçmekten önce yetiştirirken, yetiştirip en sorumlu yerlere getirirken bu ölçüde yetersizlik gösteren bir devrimin başına neler gelmez ki? Bu soruyu, şimdi öfkeyle ve daha çok da acıyla sorarken, şu “Vlad Putin” adındaki kişinin nasıl olup da Ekim Devrimi’nden arta kalmış ülkede bilmemkaç yıldır hükümran olduğunu ve hâlâ o devrime sövüp sayarak yüz kızartıcı işler yapabildiğini izleyip sormaktan başka bir şey yapamamak az buz mu kahredicidir?

***

Adlarını andığım kişilerin üçü de Sovyet ülkesinin “doğma büyüme” yurttaşlarıydılar. Halk arasında çok sevilen, çok kullanılan bu deyimi bilerek seçtim. Sözgelimi, ben de bizim bu cumhuriyetimizin “doğma büyüme” yurttaşıyım; hatta, biraz önce andığım babam da öyledir, cumhuriyetin ilan edildiği yılda doğmuştur. Ama ikimiz de, birçok itirazımız bir yana, ne bu ülkeye ihanet ettik ne de bu cumhuriyete.

Yukarıda adlarını andıklarımdan ikisi, ikincisi bir kulak ailesinin çocuğu olmak üzere, Sovyet sosyalizminin toparlanıp güçlendiği 1930’lu yılların hemen başlarında doğmuşlar ve orada yetişerek en “yüksek” yerlere gelmişler, gelirken birbirlerini bulmuşlar ve elbirliğiyle sosyalizmin yıkılışında seçkin roller oynamışlardır. Bugünkü kahraman ise o ikisinden ikincisinin bulup çıkarttığı ve yükselttiği bir ademdir; tıpkı onun gibi, ama onun becerebildiğinden daha uzun süredir, sosyalizm peşindeki insanların yüzünü kızartarak  devam edip gitmektedir. 

Farklılığımızı açık seçik belirlemişsek neden yüzümüz kızarsın sorusunun yanıtı ise şu olabilir: Yeryüzünün neresinde yaşamış olursak olalım, az ya da çok sorumluluğumuz vardır. Bizim halkımızın deyişiyle, “iğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batırmak” geçerli gördüğümüz bir davranış ilkesidir.

***

Geçen hafta yazmıştım: Bizde kuraldır, darbe yapanların ilk sözü “natoya bağlıyız”dır. Son günlerde, sadece darbecilerin değil, kutsal sandık yoluyla iktidar ışığı görenlerin de erkeğiyle kadınıyla, “sosyal” demokratıyla “milliyetçi” demokratıyla nato’ya selam durduklarını gördük. Düzen siyasetinin natoculuğunda ton farkı aramak bile boşunadır.

O arada, natocuların dünyasında, aynı anlama gelmek üzere demokrasi dünyasında yahut dininde, dehşetengiz yaptırımlarla zavallı, çaresiz Ukrayna’ya ne anlamlı yardımlar yapıldığına tanıklık ettik, ediyoruz: Dostoyevski konferanslarını iptal eden üniversiteler mi istersiniz, Anna Karenina uyarlamalarını durduran medya kuruluşları mı, grev yapan işçileri ve sendikacıları Putinci ilan eden özgür basın organları mı, Rus sporculara yarışmaları yasaklamak için sıraya giren uluslararası spor federasyonları mı, neler neler…

***

Her iktisatçının, hele hele profesör unvanı taşıyanların kalemlerinden okumaya alışkın olmadığımız yazılar yazan Serdal Bahçe’nin geçen haftaki yazısından son satırları ödünç alacağım: “Rus oligarşik kapitalizmi, kapitalizmin hem geçmişi hem de geleceğidir. Putin ise sıradan ve sığ burjuva politikacısının sahip olmak istediği ancak artık sahip olamayacağı gelişkin ve geri bir karakterdir. Gelişkindir, çünkü emperyalist damarı giderek kabaran Rus oligarşik kapitalizminin stratejik çıkarlarını küresel emperyalist sistemin çatlaklarını ve deliklerini sömürerek hayata geçirmektedir. Geridir, çünkü ilkel ve kabadır. Öteki Vlad, Zelenski olanı ise, tam da ahir zaman burjuva politikacısıdır. (…) Ukrayna halkının sürüleşmesinin göstergesidir. Çaresiz ve kırılgandır; içeride plütokrasinin, dışarıda ise emperyalizmin uşağıdır. Bu iki Vlad sosyalizmin çöküntüsünün yaratığı iki dejenere tipolojidir. Yazık!”

***

Yukarıda değinip geçtiğimiz “kuzeydeki ayı” anısını unutmadık. Şimdi sıra ona geldi.

Bizim Yalçın Hoca’dan dinlemişimdir. Altmışlı yılların ortasına doğru olmalı. Bizim hoca devletin yeni kurulmuş planlama örgütünde genç bir uzman. Farklı devlet kuruluşlarından gelen yetkililerle bir toplantı yapıyorlar ve özenle, inanarak hazırlandıkları bir konuda ülke yararına olacak, günü kurtarmanın ötesinde daha uzun vadeli kazanımlar da sağlayacak bir konuya ilişkin çözümlemelerini ve çözüm önerilerini anlatıyorlar. Şimdi ayrıntılarını hatırlamadığım bu sunuş ve tartışmaların ardından, ilk olumlu tepkiler de gelmiş, heyecanla sonucu bekliyorlar. Ordunun, ya genelkurmayın ya da bakanlığın, temsilcisi olarak toplantıya katılan bir rütbeli, yapılan sunumlara ilişkin takdir hislerini gizlememekle birlikte, hiç atlanmaması gereken itirazı yöneltmiş: “İyi, güzel de, ya kuzeydeki ayı hart derse ne olacak?”

Hal mi kalır artık bizim bilimli ve heyecanlı uzmanlarda! 

***

Buraya kadar yazdıklarımızla ilgisi yok denebilse de yazının başlığındaki “karışık” sözcüğüne sığınarak ekleyebiliriz: İki yıldır çektiğimiz küresel salgının ekran şöhretine dönüştürdüğü patron sağlık bakanı, Çarşamba günü, olgu sayılarında ve ölümlerde kayda değer bir iyileşme olmamış, üstelik korunup kollanan aşı karşıtlığı gemi azıya almışken, büyük zafer kazandıklarını ilan edip batıdakilere benzer “demokratik” bir ülkeye yakışan özgürleştirici kararlarını açıklayarak ne maske ne şu ne bu, her şey serbest demeye getirdi. Bu açıklamayı izleyen saatlerde, salgın boyunca halkı uyarmak için çırpınırken aşağılık saldırılara göğüs germiş bir kadın hekimimizin tavsiyesine tanık olduk. Dikkatli olun, demek istiyordu bu bilim insanı, bundan sonra iplerinden boşalacak saldırganlara maskeydi şuydu buydu uyarılarda bulunmayın, nelerle karşılaşacağınız hiç belli olmaz. 

Nasıl anlatmalı, böyle olur bizde halk sağlığı dediğin!