14 Mayıs’ta sandığa gittiğinizde, karakoldaki o ayna gelsin aklınıza. Bu düzen böyle kalsın istemiyorsanız aydınlık için direnenlere basın mührü!

Karakolda ayna var

Aynasız, malumunuz, argoda polis memuru anlamına geliyor. Kelimenin kayda geçtiği ilk eser olarak 1887 tarihli “Lugat-ı Garibe” gösteriliyor, ilk argo sözlüğümüzdür. Yazarı A. Fikri, “hoppa karakterlilerin dilinde dolaşan sözlerin en meşhurlarını ve genel edebe aykırı düşmeyenlerini yazıya geçirerek” oluşturmuş eserini. Anlaşılacağı gibi en alt sınıfın dilidir argo. “Aynasız”ın, “olumsuz, kötü, uygunsuz, biçimsiz, çirkin” anlamlarına geldiğini not ediyor sözlüğünde. “Aynalı” ise “güzel-yakışıklı”dır. “Büyük göz” yan anlamı da var ki onu da güzel buluyoruz öteden beri. “Ayinesi iştir kişinin” diyoruz, ayine bir yansımadır, ayna da oradan geliyor. Demek ki polisin aynasında, eskiden beri, iyi bir yansıma bulamıyoruz. Alt sınıflara göre ayinesiz bir iştir polislik. 

Sonraları karakollara ayna da girmiş girmesine ama öyle polisler baksın, kendine çeki düzen versin diye değil bu. Komiserin oda kapısının kenarına bir boy aynası iliştirilirmiş. Aynanın üstünde de “üstünü düzelt” yazarmış. Belli ki halka yönelik bir emirdir. Biliyoruz, komiserin önüne çıkarılmadan önce epey bir dağıtırlardı halktan kişilerin kılığı. Nezarethanelerde işler sık sık “zıvana”dan çıkardı çünkü. “Zıvana” da karakoldan firar etmiş bir kelimedir. Farsça, iki ucu açık boru demektir. Eskiden, trafik polislerinin içinde durduğu bir tür kabine verilen addı bu. Zıvanaya giren polis el kol işaretleriyle trafiğin akışını yönlendirirdi. Tabii nahoş bir olay meydana geldiğinde müdahale etmek üzere zıvanadan çıkardı. Polis zıvanadan çıkınca bu başınızın belada olduğu anlamına gelirdi haliyle. Aynalı veya aynasız, ülkenin hali pür melaninin, kederli halinin, en iyi göstergesidir karakollar. Oradan anlarsınız işlerin iyi gidip gitmediğini, devletin zıvanadan çıkıp çıkmadığını. 

“Karakolda ayna var /Kız kolunda damga var” … Karakolu aynalı şarkılarımızdan birinin sözüdür bu. Yaşı yetenler bilir, Cevriyelerin makus talihidir, damgası varsa vesikası da olur. Karakola düştüler mi önce kolları damgalanır, sonra ellerine bir vesika tutuşturulur. “Vesikalı yârim” de bu halin ayinesidir. Bütün düşmüşlerin yolu bir biçimde karakoldan geçmektedir demek ki. Ülkeyi yönetenlerin de ayinesidir karakollar öyleyse. Damgalılar ve vesikalılar çoğalıyorsa yoksulluk artıyordur. Muktedirlerin niyetlerini de açık eder karakol misafirlerinin kimliği-kişiliği. Ve ta 1950’li yıllardan beri en sadık müdavimleri yazar-çizer-gazeteci tayfasıdır. Bu ülkede aydınların hali Cevriyelerin halinden hallicedir!

***

Durumumuz budur, sebepleri değişir, sonuçları aynıdır. Son aylarda karakol mesaimin önemli bir kısmı SADAT ile ilgiliydi. Önce 2016’da, 15 Temmuz şeyinden bir iki hafta önce, yazdığım bir yazıyı şikâyet ettiler. Adları geçiyordu yazıda, tazminat istiyorlardı. Polis malımı-mülkümü ve gelirlerimi soruyordu. “İlgisi ne” diye soramadım tabii. Emekli maaşımdan ibaretti zaten hepi topu. Alacakları bir kol saati değerinde bile değildi yani. Kısa bir süre sonra aynı polis yeniden aradı, bu kez Tele1’de Enver Aysever’in programında söylediklerime takılmışlardı. Bir miktar daha para istiyorlardı. Polis tanıdık artık, “usulen arıyoruz zaten” dedi, kapattı. 

Sonra mahkeme safahatı başladı. Tuhaf, yazarak ve konuşarak “şirket itibarlarına zarar verdiğimi” iddia ediyorlardı. Halbuki kimse onların şirketleriyle ilgili değildi. Paramiliter yapıları, şeriatçı çıkışları, anayasanın laiklik ilkesine düşmanlıkları, Sedat Peker gibi tiplerle iş tutmaları falandı tartışılan. Bir şirket olsa bile, şeriatçı bir anayasa hazırlayan ve kabul edilsin diye iktidarın eline tutuşturan yarı askeri bir organizasyondu konumuz. Şeriat getireceklerdi ve bunun için bir şirket kurmuşlardı! 

Bu “şeriat şirketi”nin açtığı davalardan Tele1 kaynaklı olanı mahkeme tarafından reddedildi yakın zamanda. Mahkeme söylediklerimin fikir özgürlüğü çerçevesinde olduğuna karar vermişti. Diğeri ise halen “Ticaret Mahkemesi”nde. Sevgili avukatlarım Özgür Murat Büyük ve Mert Doğan mahkemede “madem şirket itibarı söz konusu, konu ticaret mahkemesinde görülmeli” deyince ilgili mahkeme davayı üzerinden atıp kurtuldu. İtibarları var mı yok mu, varsa zarar görmüş mü, ticaret mahkemesi karar verecek artık.   

***

SADAT’tan önceki karakol mesaimin önemli bir bölümü Nurettin Yıldız vesilesiyleydi. 21 Mayıs 2016’da soL’da yayımlanan “Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” başlıklı yazımda “pedofil” diyerek kendisine hakaret ettiğim kanısındaydı Nurettin Yıldız. Cezalandırılmamı istiyordu. Ancak dinde evlilik yaşının sınırının olmadığını, üç-beş yaşındaki bebelerle de evlenilebileceğini söylediği pek çok vaaz kaydı dolaşıyordu ortalıkta. Tepkiler yükselince bir şirket kurmuş, bu vaaz kayıtlarını şirket üzerine tescillemişti. Bu yolla delil olarak kullanılmasını engelleyeceğini sanıyordu. 

Yargı safahatı uzun sürdü. Kayıtları bulduk, mahkemeye sunduk. Şirket-mirket kâr etmeyince, avukatı mahkemede bize parmak sallayarak “bunlar Müslüman değil zaten, Kuran’a da inanmazlar” deyiverdi. “Vurun kellesini” diye devam edemedi, laik cumhuriyet çökmüştü ama kâğıt üzerinde hala yürürlükteydi çünkü. Böyle bir lafın, hadi diyelim hadisin, kutsallığı olur mu? “Yırtacağız nerede yazıyorsa bu” dedim. Tarikatı yargıda örgütlüydü, ölçüp biçip ceza verdiler. Öyle ki verilen cezanın temyizi yok. Israr ettik, Anayasa Mahkemesi verilen ceza temyize açık olmamakla birlikte konunun düşünce özgürlüğü ile ilgili olması vesilesiyle kabul etti başvurumuzu. Sonunda lehimize çıktı karar. “Orhan Gökdemir başvurusu” adıyla kayıtlıdır, göz atmanızı öneririm. Dinden referans alarak bebeleri yatağa atmayı salık verenlere pedofil demek düşünce özgürlüğü çerçevesindedir artık.  

***

Araya Cüneyt Özdemir adlı gazeteci kılıklı eleman girdi sonra, o da bir miktar para istiyordu bizden. Bu kez başka bir karakoldan arıyorlardı. Mesleğimi sordu arayan “aynasız”, “iş bulunca gazeteci, işsiz kalınca yazar” dedim. “Ooo, sende mal mülk çoktur” edasında gelirimi sordu. Emekli maaşımı söyleyince inanmadı, “başka geliriniz yok mu yani” diye tekrarladı, hayal kırıklığına uğramıştı. Bu mesainin sebebi de soL’daki “Kaşıklı, kol saatli, fırıldaklı bir gazeteci portresi: Cüneyt Özdemir” başlıklı yazıydı. Yazı sert mi değil mi ben karar vermeyeyim ama eninde sonunda bir eleştiridir. Ne kadar sert olursa olsun, eli kalem tutan biri eleştiriye eleştiriyle yanıt verir. Öyle veya böyle eleştiride sertlik tartışması gereksizdir. Ne kadar sertse o kadar iyidir. Ama bir gazetecinin başka bir gazeteciden eleştirisi karşılığında para istemesi yeni bir haldir. Bizim kuşak ayıp bulur, bu yola giren eleştiriden daha ağırını hak etmiş demektir çünkü. 

Fethullah tarafından kol saati ile ödüllendirilmiş bir gazeteci karşımızdaki. Firari Fethullahçının biri onun için “ağzında altın kaşıkla doğmuş” demişti vakti zamanında. Yıllarca aynı kanalda yan yana çalıştık. Galiba bir kere de programına konuk oldum, bir kitap vesilesiyle. Onun dışında merhabamız olmamıştır. Niye olsun, selam verilmeyecek tiplere selam vermek ayıptır! Şöyle demişim yazıda; “Doğduğunda ağzında altın kaşık var mıydı bilinmez ama ağzını hep altın kaşığa yakın tutmaya çalıştığı kuşku götürmez.” Davanın gidişine bakmaksızın bunda ısrar ediyorum. Cüneyt Özdemir gazeteciliği kazanç kapısı gören o büyük çoğunluğa dahildir. Yelkenini hep rüzgâra göre ayarladı haliyle, başarıyla sürdürdü kazanç elde etme işini. Servetini yoksul bir emekli maaşı miktarında arttırmak için gün sayıyoruz şimdi! 

***

Yakınlarda karakola çekildim yine. Bu kez şikayetçi Yıldız Teknik Üniversitesi’nin tuhafazakar hocası Bedri Gencer’di. Gencer, Elâzığ depremini “Allah’ın helal kıldığı yaşta, çocuk yaşta demek bu, evliliğe izin verilmemesine” bağlamıştı. Kıyamet koptu tabii. O paylaşımının altına “pedofili suçtur” diye yazmışım, Nurettin Yıldız’dan antrenmanlıyım ya. Sordu polis, “valla pedofili suçtur” diye tekrarladım. Zaten Gencer’in davası da buydu. Pedofilinin suç olmasını istemiyordu. Bebeler yatağa serbestçe atılınca artık deprem de olmayacaktı. Polis sorgusu davaya dönüştü mü dönüşmedi mi henüz bilmiyorum. Dönüşürse sıkı bir pedofili tartışması daha yapacağız mecburen. Üstelik bu kez akademik düzeyde!

***

En şenliklisi İhsan Şenocak isimli şahsın şikâyeti üzerine yaptığımız zorunlu karakol ziyareti. Bir yorumuna “İhvan usulü IŞİD” notu düşmüşüm, bunu hakaret saymış İhsan hoca efendi. İfade vereceğim vermesine ama benim yorumum belli de onunki ne bilmiyorum. Ara tara buldum. Şöyle diyor: 

İSLAMIN KIZI! Sen OYUN ALANLARININ değil, imanın, iffetin, ahlakın, hayanın, edebin SUTANISIN; SEN ‘burnunu göstermekten utanan’ ANALARIN EVLADISIN. Ekranlara ve sakallı ağabeylerinin popüler kültürün kurbanlarına "sultan" demesine aldanmayasın! Umudumuz da, duamız da SENSİN!” Eleman bunları kadın milli voleybol takımının oyuncularına söylüyor. “Baldır bacak açık oynuyorsunuz ama burnunuzu bile göstermeniz günah” demek istiyor, Türkçesinden anladığımız bu. Dilekçesinde “ben sünneti tebliğ ediyorum” falan diyor üstelik. Biz ne diyoruz?  “İhvan usulü Işid!” İkisi arasındaki fark sünnette değil zaten, sünnete uymayana verilecek cezada. IŞİD doğrudan kesiyor cezayı, kafayı gövdeden ayırıveriyor, İhvan takside bağlıyor… İddianamesi geldi geçen hafta, duruşması on birinci ayda. Gitmezsem zorla götüreceklermiş, öyle yazıyor devletin kağıdında. Gitmez miyim, antrenmanlıyım, hep hazırım. 

***

Karakolda ayna var, evet. Ve ayinesi iştir kişinin. Anlattıklarım, unuttuklarım affetsin, karakol ülkenin aynasıdır, yansımasıdır. Koşar adım zifiri bir karalığa doğru sürükleniyor ülke. Karakola çekiliyor itiraz edenler, ilan edilmemiş bir şeriatın ayak sesleri duyuluyor devletin her yanında. Ama saldırı varsa direniş de var, hep olur. Laiklik, aydınlanma, eşitlik ve özgürlük mücadelesi bu topraklarda 200 yıllık bir davadır. Düşer, kalkar, eninde sonunda yolunu bulur. Dün başlamadık mücadele etmeye, bugün bırakıp kaçmayız. 14 Mayıs’ta sandığa gittiğinizde, karakoldaki o ayna gelsin aklınıza. Bu düzen böyle kalsın istemiyorsanız aydınlık için direnenlere basın mührü!