Kapitalizm eskisi yenisi, bilineni bilinmeyeni, kendi yarattığı ya da başkalarından devraldığı bütün kötülüklerle iç içedir. Yeter ki, tükenesi ömrünü biraz daha uzatabilsin…

Kapitalizmin hizmetindeki feodalite

Eski bir Osmanlı paşası gibi

Feodaliteyi süpüren bıyıklarıyla

Cemal Süreya’nın ilk basımı 1965’te yapılan Göçebe adlı şiir kitabından aldım bu iki dizeyi, “Tabanca” başlığını taşıyan şiirden. Sözü şuraya bağlamak için: Keşke öyle bir Osmanlı paşası olsaydı, hatta boş verelim Osmanlı’yı yahut paşasını, öyle bıyıklar olsaydı da feodalite bir temiz süpürülebilseydi…

Olmadığını görüyoruz ama. Öyle işlevli bıyıklar bulunamayınca, doğal olarak, ne feodalite yok edilebiliyor ne de onu izlemesi gereken kapitalizmin ortaya çıkardığı koşullardan yararlanarak sosyalist devrim gerçekleştirilebiliyor. Gerçekleştirmeye kalkışmak şurada dursun, onu gündeme almak, sözgelimi, yazılarda, konuşmalarda, sloganlarda dillendirmek de mümkün olmuyor. Epey bir itiraza, kınamaya, daha da kötüsü itiş kakışa aldırmadan dile getirsen bile, basbayağı bir çoğunluğun gözünde yakışıksız bir iş yapmış oluyorsun.

Şu son satırlardaki durum, bundan elli altmış yıl önceki tartışmalarımıza biraz da gülelim havasında bakılarak yapılmış bir özet sayılabilir. Neden olmasın? Hele, daha yakınlarda bir zaman, elli altmış değil yirmi beş otuz yıl kadar önce, “biraz olsun dalgamı geçemez miyim/ geçmiş de benim bu dizeler de” diye yazabilmişsem, bal gibi olur.

Biraz daha ciddileşirsem, şöyle sürdürebilirim: O çok eski zamanlarda, bizi azınlıkta bırakacak kadar bir çoğunluk, ülkemizin düpedüz feodal denemese bile “yarı-feodal” bir ülke olduğunu, dolayısıyla devrime öncülük edecek nicelik ve nitelikte bir işçi sınıfının bulunmadığını, ayrıca demokrasinin ve demokratik haklarla özgürlüklerin daha ileri bir mücadeleyi mümkün kılacak bir gelişkinliğe ulaşmamış olduğunu ileri sürerlerdi. Dolayısıyla, işçi sınıfının bir sosyalist devrime öncülük edemeyeceği, mümkün ve gerekli olanın feodal kalıntıları ortadan kaldırarak demokrasiye ulaşmak, ayrıca buna izin vermeyeceği besbelli emperyalizm karşısında bağımsızlığı kazanmakla sınırlı olduğu vurgulanırdı. Böyle bir durumda, sosyalist devrim ya da işçi sınıfı iktidarı gibi bir hedeften söz etmenin, güncel ve mümkün olan devrimci mücadeleye katılabilecek ulusal burjuvazi, ilerici-cumhuriyetçi asker-sivil bürokrasi ve benzeri katmanları ürküteceği için yanlış olduğu eklenirdi.

Kısacası, egemenler her ne kadar Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olduğunu söyleseler de bunun gerçekleri gizlemekten öteye gitmediğini anlatmak ve bağımsızlık denilen aldatmaca ile demokrasi olduğu ileri sürülen kandırmacanın yerine “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” bir ülke hedefini koyarak bunu sahiplenecek geniş kitlelerle birlikte mücadele etmek gerektiği yaygın bir inanış durumundaydı.

Azınlıkta kaldığını yukarıda kabul ve itiraf ettiğim bizim taraf ise, bu tartışmalardaki feodal kalıntılar konusundaki söylemlerle sınırlı olarak belirtilirse, feodal kalıntılar diye adlandırılabilecek olgunun devrimci mücadelenin hedefleri ile yol ve yöntemlerini belirleyecek bir ağırlık taşımadığını, ülkemizde kapitalizmin belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaştığını, işçi sınıfınınsa hem nicelik hem nitelik açısından emekçi kitlelere öncülük edebilecek bir gizilgüce sahip duruma geldiğini düşünüyor ve dile getiriyordu.

Buradan devam edersek, belleğim beni yanıltmıyorsa o zamanlar bu açıklıkta dile getirmediğimiz/getiremediğimiz şuydu: Bizim bilimimizde geçmiş yıllarda ve hemen hemen bütün coğrafyalarda hem yeterince geliştirilememiş hem de, herhalde bu yüzden, yanlış anlaşılmalara ve şaşırtıcı basitleştirmelere yol açmış bir kavrayış vardı. Daha doğrusu, o bilimin öğrenilmesinde ve öğretilmesinde bilerek bilmeyerek başvurulan bir kolaycılık. İşte, aşağı yukarı şöyleydi: İnsan toplumlarının tarih boyunca izledikleri, geriye dönüşsüz bir gelişim çizgisi ve onun az çok ortak özellikler gösteren evreleri vardır. Bunların biri belli koşulların ortaya çıkması sonunda ömrünü doldurarak yerini bir sonraki evreye bırakır ve bu gelişim sürer gider, ta ki sınıfsız sömürüsüz olmakla tanımlanabilecek komünist toplum gerçeklik kazanıncaya kadar…

İnsan toplumlarının en gelişkin evresinin özelliklerine ilişkin ana çizgiler üzerinde durulabilmekle birlikte, henüz onu kavramak ve gerçekliğe dönüştürmek için gerekli koşullar olgunlaşmadığı için, daha kapsamlı ve ayrıntılı çözümlemeler anlamında spekülasyona girilmezdi. Ancak, önceki evrelerde ilerlemenin nasıl geçekleşeceği konusunda bir yanlış anlama oldukça yerleşiklik kazanmıştı: Buna göre, bir evre tümüyle gerçekleşip ömrünü doldurmadan bir sonrakine geçilemezdi ve bu aynı zamanda ömrünü tamamlamayan evrenin kalıntılarının sürmesiyle bir sonrakinin eksiksiz varoluşunun engellenmesine yol açabilirdi.

Burada şöyle bir yanıltıcı kavrayıştan söz etmek gerekir: Bütün o çözümlemelerin ve sonunda ulaşılan vargıların aslında birtakım soyutlamaların ürünü oldukları, somut durumlar ya da yaşantılar ile bire bir örtüşmeleri aramaya girişmenin hem yanıltıcı hem de boşuna çabalar olmaktan öteye gitmeyeceği ya hiç anlaşılmaz ya da sık sık unutulurdu.

Sonuç olarak, burada üzerinde durduğumuz örneği düşünerek konuşursak, feodalitenin ömrünü doldurup tümüyle, bütün belirtileriyle ya da baştan beri yinelenen sözcükle söylenirse, bütün “kalıntılarıyla” ortadan çekilmesi, kapitalizmin eksiksiz olarak varlığından söz edebilmek için gerekli önkoşuldu.

Oysa, bugün hâlâ yeryüzünün en eski ve “gelişmiş” kapitalist toplumlarında bile feodalitenin izlerini görmek çok zor değildir. Bunun bir, belki de en önemli nedeni, kapitalizmin egemen sınıflarının bu en son sömürü ve baskı düzeninin ömrünü sürdürebilmek için, haydi belli bir abartıyla söyleyelim, mümkün olan olmayan her aracı kullanmakta çekingenlik göstermeyişidir. Kapitalizmin işine yarayabilecek toplumsal alışkanlıkların, geleneklerin, göreneklerin, dinsel örgütlenmelerin, onların ve doğrudan devletlerin eliyle pek çok din kökenli olan olmayan dogma ile inancın çeşitli biçimlerde devreye sokularak alabildiğine kullanılması, bunun örnekleri arasındadır.

Son günlerde yaşamakta olduğumuz olay da bu çerçevede ele alınabilir. Küçücük bir çocuk ilk bakışta dışarıya kapalı görünen, birçok bakımdan feodal özellikler gösteren küçük bir kırsal yerleşimde, güpegündüz önce kaybedilmiş, sonra tümden gizlenemediği için olmalı, tantanalı arama çalışmaları bütün ülkeye sergilenerek günler geçirilmiş, en sonunda da, herhalde yine tümden gizlenemediği için cansız bedeni gömüldüğü derenin içinde çürümeye yüz tutmuş olarak ortaya çıkarılmış, daha doğrusu, ortaya çıkması engellenememiştir.

Bir yanda, “kalıntı” sözcüğünün anlatmaya yetmediği ölçüde feodal özellikler gösteren, küçük, kapalı, kırsal bir mekân; orada Kuran kursuna devam eden, beş on gün kalmış sözüm ona “laik” eğitim öğretim yılının başlamasını bekleyen çocuklar; küçücük bir çocuğun yok edilmesi için planlar yapan, o planların başarıya ulaşmasıyla ortaya çıkan cansız çocuk bedenini soğukkanlılıkla suların dibine gömen, gömdükten sonra evine gidip vakit namazını eda eden yetişkinler…

Öte yanda, bazı evlerin önünde görünen lüks otomobiller, onları çeşitli kentlerde sahibi oldukları oto galerilerinde sergileyen aynı yerleşimin sakini ve birbirleriyle yakın akraba kişiler…

Bir yanda feodalite, bir yanda kapitalizmin yirminci yüzyıldan beri ve hâlâ göz boyayıcı simgesi durumundaki otomobiller, hem de onların en lüks olanları… Buna iç içe olmak denmezse, ne denir?

Kapitalizm eskisi yenisi, bilineni bilinmeyeni, kendi yarattığı ya da başkalarından devraldığı bütün kötülüklerle iç içedir. Yeter ki, tükenesi ömrünü biraz daha uzatabilsin…