Ama işte Lenin huysuzluğu bu: çürüme demişti ya... günümüzde en önce zihinlerimiz çürüyor artık: depresyon, psikoz, demans, bağımlılık artık her yerde. Ve bunlar sadece başlangıç!

İyiden iyiye sürterken aklımızı…

Korkuyorum ki çok alametlerin belirdiği şu dönem bir şekilde sona erdiğinde her şey, tüm çıplaklığıyla gözümüzün önünde öylece yaşanmış ve bitmiş olacak. Bir Kırmızı Pazartesi durumundan bahsetmiyorum. Yani herkesin şaşkınlıkla ve çaresizlikle izlediği, bildiği ama sustuğu, konuşmadığı bir durumdan bahsetmiyorum. Daha çok bir Kubrick filmi bu: Gözleri Tamamen Kapalı hali. Ya da La Haine hali. Herkes “Buraya kadar her şey yolunda!” diyor ve felaketi yaşamaya devam ediyor. O kadar! Mesela seçimleri bekliyor, şiddeti giderek artan bu sürecin gürültüsüz ve patırtısız biçimde sona ermesini umuyor.

Şu geride bıraktığımız haftayı düşünüyorum da kelimenin düz anlamıyla “kafayı yemesine ramak kalmış bir Türkiye’de yaşadığımız” iyiden iyiye ayyuka çıktı diyebiliriz sanırım. Haftanın popüler kelimesine teğet geçerek söylersek de “iyiden iyiye sürttük aklımızı” sanırım.

Ortada istihbarat örgütlerinin, derin akılların, toplum mühendisliğinin falan olduğu bir süreç yoksa eğer (ki böyle bir süreç yaşatılıyor da olabilir bizlere- 28 Şubat ve Ergenekon dönemlerindeki absürt olayları, tuhaf kişileri hatırlayın lütfen) toplumca id’e regresyon yaşıyoruz, yaşatılıyoruz diyebilirim. Her alanda... Hem de tam tersi anlatılırken. Yani süper ego dili bayağı hakimken!

Terimler psikoloji kökenli, açıklamalıyım ama ilerlemeden şunu da ekleyeyim: id’i güçlü olanın süper egosu da harekete geçer. Ya da tam tersi olur: süper egonun baskınlık kazandığı her dönemeçte id de güçlenir. Arzular, bastırıldıkça coşar, ilkel savunma düzenekleri ağırlık kazanır ve mesela düşünceye paranoya egemen olur. Göçmen korkusunun tırmanışında gördüğümüz gibi... En sonunda ise zihin/toplum çözülür. Belki... Ve belki yeniden toparlanır.

İd dediğim çok farkında olmadığımız dürtüler, istekler, biyolojinin kendini hissettirdiği yer. Aklımıza geleni yapmak hali; bir türlü büyümemek hali, büyüyüp çocuk kalmak hali. Etrafı takmadan kafamıza eseni yapabilmek yani. Çok kabaca...

Süper ego dediğim ise toplum baskısı, iktidar bakışı, sallanan parmak, havada uçan terlik, bir türlü kurtulamadığımız suçluluk hissi. Ağırlıklı olarak bunlar ama aynı zamanda kafamıza her eseni yapamamak mesela. Mesela uluorta cinsellik yaşamamak. Çok kabaca...

Sanıyoruz ve yaşıyoruz ki toplumsal yaşantıda ağırlık kazanan cezalandırıcı, yasaklayıcı, tehdit edici bir süper ego. Onu görmemek mümkün değil. Ama id de ortalıkta. Hem de salına salına, arzı endam biçimde…

İkisi de çözülüşe götürüyor hepimizi.

Tabii ki, onca şeyden sonra çözülen çözülsün. Biz çözülmeden, dağılmadan korkacak değiliz. Dün Erhan Nalçacı’nın yazısında olduğu gibi: Yaşasın (belki bizleri de yutacak olan) fırtına, yaşasın devrim! Kahrolsun kapitalist istikrar ve uyum.

Ama...

Amasına geleceğim. Ondan önce tekme, cinsellik ve çözülüşe haftanın olayları üzerinden bir daha bakalım.

***

Haftaya Gaziantep’te Suriye kökenli yaşlı bir kadına atılan tekme ile başladık. İnsanlığını unutmamış herkes rahatsız oldu kadının görüntüsünden. Ve devletin yetkili mercileri dahil her kesim tarafından da yaşanan saldırı “lanetlendi”.

Sosyal medyaya servis edilen ve hızla tepki oluşturan olayların arkasındaki olası toplum mühendisliğini bir kenara koymuyorum. Ama teknenin son haftalarda yükselen ve açık hedef göstermeye de varan göçmen düşmanlığından sonra gelmesi dikkat çekici. Bir yandan da yıldırıcı: yükselen göçmen meselesinin mutlaka şiddete bağlanacağının ve hatta çoktan bağlandığının göstergesi gibi.

Şiddete çoktan bağlandığı diyorum çünkü günümüz kapitalizminde göçmenler gerek Türkiye’de gerekse dünyanın başka yerlerinde bu tekmeleri her gün ve her an yiyor. Yıllardır. Milyonlarca göçmen her gün, tıpkı o yaşlı kadın gibi, ağlayarak feryat ediyor ve eliyle sancıyan yüzünü örtüyor.

Ama bu denklem kötürüm bir denklem. Kötürüm çünkü sermaye sınıfını içermiyor. Kapitalizmde her gün ama her gün suratına tekme yiyen işçi sınıfıdır. Göçmen ya da değil! Zaten bir noktadan sonra, hele de şu yaşadığımız coğrafyada emekçi olup da göçmeyen var mı? Yok!

Göçen çok ama görmeyen çok... Sorun da zaten burada. Tekme, kapitalizmin tekmesi. Ama, tekmenin sahibi ancak ve ancak bazen görülebiliyor. Çoğu zaman toz duman içinde kayboluyor. Ne yazık ki!

Bu kısmı bitirmeden bir noktayı da not edeyim: yüzüne tekme inen yaşlı kadının demans yani bunama rahatsızlığı olduğunu... Buraya da sonra geleceğim.

***

Bizim de zaman zaman içinde sürüklendiğimiz muhalefet cephesine göre özgürlükler iktidar tarafından sürekli kısıtlanıyor. Yani süper ego çok fena! Alkole zam üstüne zam geliyor, konserler yasaklanıyor, popüler isimlere bile sansür uygulanıyor.

Doğru mu? Doğru. Ama eksik.

Eksik çünkü arzu da her yerde! Bastırılamayacak kadar kışkırtılmış durumda. Sermayeye sınır kalmadı ya arzuya da sınır çekilemiyor!

Nasıl mı? Melek Mosso bastırılıyor ama Erşan Kuneri fışkırıyor. Adap, edep, haya kelimeleri havada uçuşurken şehir meydanlarını “Faqbadi, Ebenin Avı, Kuru Murat, Doyamadım” süslüyor. Çağrışımlar da arzular gibi şelale... Ümitsizce bastırılan her şey, havada uçuşuyor. Cinsellik, seks, beden...

İnsan Lenin’in emperyalizm çözümlemesini hatırlanmadan edemiyor: Kapitalizmin en üst aşaması çürüm çürüm çürütüyor hepimizi. Ve zavallı iktidar: yasaklarken daha çoğuyla boğuşuyor.

***

Arzular ortalığa saçılmış durumda ve kifayetsiz bastırılma girişimlerine rağmen sermayenin önünden her tür sınırın çekilmesi gibi toplumun da zihninden her tür sınır çekiliyor. Doğanın, ülkenin içine ulu orta edilebiliyorsa biz de neden ulu orta sevişemeyelim ki!

Bebek sahilinde yaşanan bir sevişme miydi, tartışılır. Ama önemli olan sınırın kalkmasıdır. Öyle ya da böyle...

Sermaye istediğini yapacak, bankalar kârını hiç görülmemiş biçimde arttıracak ve toplum da tüm ahlak kurallarına falan sıkı sıkıya bağlı kalacak! Öyle mi? Çok beklersiniz... Sermayeye sağlam bir tokat atılmadığı sürece toplumun görmek istemediği her yer, yani izbe yatak odaları, çürük karyolalar, kokuşmuş mezbahalar, dumanlı kumar masaları, ıssız köşe başları her yerden fışkıracaktır. İstanbul ise çok uzun zamandır bir Babilon’dur…

Çünkü…

Çünkü ne kadar sermaye o kadar çürüme! Her yerde...

Yakın ilişkilerde, aşkta, kavgada, iktidarda ve muhalefette. Kadında ve erkekte. Gençte ve yaşlıda.

Belli değil mi?

Bebek sahilindeki id hali, sosyal medyada hızlıca “Suriyeliler uluorta porno çekiyor!” diye yayılmadı mı? Saatlerce bir infial yaşanmadı mı? Ömer’in ve Clara’nın bu ülkeli olabileceğine bile inanamayan ilkel bir zihin kayması var artık. Zaten id, biraz da paranoyadır.

Ve bu bölümü bitirirken bu şaibeli sevişme ile ilgili üstünde pek de durulmayan bir noktayı hatırlatayım. Haberlerde geçen detaya göre Ömer de Clara da bağımlıymış. Ama…

***

Diyeceksiniz ki “E, bize ne!” Haklı olabilirsiniz. İnsanların demans, bağımlı olmasından bize ne ki? Ama...

Ama işte Lenin huysuzluğu bu: çürüme demişti ya... günümüzde en önce zihinlerimiz çürüyor artık. Yüz yıl önce öyle değildi: beden çürüyordu. Kapitalizm emekçi bedenlerini tüketip bir kenara atıyordu. Araya yüz yıllık sınıf mücadelesi girdi. Bedenleri görece kurtardı bu mücadele. Bir sürü bedelle... Şimdi ise sermaye düzeni emekçi zihinlerini tüketip bir kenara atıyor: depresyon, psikoz, demans, bağımlılık artık her yerde. Ve bunlar sadece başlangıç!

Evet, sermayeye sağlam bir tokat atılmadığı sürece daha büyüğü gelecek çürümenin.

Belli değil mi?

O tokat ise öyle kendiliğinden, vitrin şovları ve kanaatkârlık ile atılmayacak.

O da belli değil mi!