"Türkiye’de provokatif siyasal şiddet halkı sokağa dökmek için yapılmaz, bu nedenle 'bizi sokağa dökmek istiyorlar' sözü son yılların en büyük yalanıdır."

İstiklal’den sonra bir kez daha: 'Aman oyuna gelmeyelim'cilik

Türkiye geçtiğimiz hafta AKP’nin başörtüsüne yönelik anayasa düzenlemesi için HDP’nin kapısını çalmasına ve Bahçeli’nin buna “gayet doğal” demesine bakarak AKP’nin/iktidarın çelişkilerini konuşuyordu. Aynı Bahçeli bu haftaki grup konuşmasında “HDP kapatılmalıdır” dedi ve konuşulan “çelişkiler” arasına bu da eklendi.

Oysa konuşulması gereken, hem “terörist” ya da “kapatılmalıdır” deyip hem de HDP’yle görüşülmesinin bir çelişki olup olmadığı değil, iktidarın yirmi yılın sonunda bile bu çelişkili gibi görünen hamleleri halen yapabilme ve yönetebilme maharetini göstermesiydi.

Evet iktidar halen bunu yapabiliyor; çünkü muhalefetin iktidar tarafından kendisine çizilen oyun alanının dışına çıkmaya dair isteksizliği ya da yeteneksizliği bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Örneğin muhalefet HDP’yle Meclis çatısı altında dahi aynı karede yer almanın kendisine büyük bir kriz olarak geri döneceğini düşünürken, iktidar kapatılma sürecini başlattığı ve terörist dediği HDP’ye anayasa ziyaretinde bulunabiliyor. Televizyonu ile gazetesiyle yandaş medya ise gece gündüz HDPKK diye adlandırdığı HDP’yle görüşülmesini anında doğallaştırabilirken muhalefeti terör destekçiliğiyle suçlamaya devam ediyor, HDP’den “altılı masanın gizli ortağı” diye söz edebiliyor.

Sokak röportajında “yeni bir haber geldi, CHP HDP’yle görüşmüş, ne diyorsunuz buna” sorusuna “teröristle görüşülmez, CHP terör destekçisidir” vs. diye tepki veren vatandaşa muhabirin “yanlış anlamışım, AKP görüşmüş” diye olta attığında aldığı “Meclis’te grupları var tabii ki görüşecekler” şeklindeki yanıt, bu durumun doğrudan bir yansıması. Marx’ın “devletin tepesinde keman çalındığı zaman aşağıdakiler dans eder” sözü buraya denk düşüyor tam olarak.

Çelişkileri yönetme mahareti dedik, bu söylediğimiz şey siyasetin kanlı saldırılarla dizayn edilmesi için de geçerli: İktidardakiler “ülke sınırları içinde sadece 100 terörist kaldı, bu iş bitti” de diyebilirler ama ardı ardına bir sürü örgütün ismini saydıktan sonra yedi düvele karşı ülke olarak nasıl bir beka mücadelesi verdiğimizi de anlatabilirler ya da “teröristlerin ayakkabı numarasına kadar biliyoruz” dedikten sonra bizi teröristlerin bir paramotora binerek gökyüzünde onlarca kilometre uçarak Suriye’den Türkiye’ye giriş yaptıklarına da inandırmaya çalışabilirler.

Bunları yaparlar, yapabilirler; çünkü kimse çıkıp güçlü ve ses getirecek bir şekilde “siz ne diyorsunuz” demez, “ne anlatıyorsunuz” diye sormaz, “sorumlusunuz ve bunun bedelini ödemelisiniz” diye gerçek bir çıkış yapmaz, bunun biliyorlar.

İstifa mekanizmasını fiili olarak iktidar kaldırmıştır ama bunda muhalefetin de payı büyüktür; Pamukova tren kazasından Soma’ya, 10 Ekim katliamından Amasra’daki son maden felaketine kadar tek bir üst düzey sorumluyu dahi istifaya mecbur edememiş bir muhalefet olabilir mi? Bizdeki durum tam olarak budur.

İktidar, siyasetin şiddet aracılığıyla dizayn edildiği zamanlarda, muhalefetin buna ses çıkarmayacağını, arkasında hizalanacağını, “milli birlik beraberlik korosu”na aykırı bir ses çıkarmayacağını, sorumluların istifasını istemeyeceğini, kendisine çizilen oyun alanının dışına çıkmayacağını ve hatta iktidarın ağzıyla konuşacağını bilir.

CHP Grup Başkan Vekili Engin Altay’ın halk düşmanı saldırının gerçekleştiği İstiklal Caddesi’ni ziyaretinde kurduğu şu cümleler bunun en güzel örneği değil midir:

Bu terör saldırılarının, Türkiye’nin iç bütünlüğünün, iç barışının bozulmasına yönelik olduğunu biliyoruz. Terör saldırılarının hedefinin ‘güçlü Türkiye’ olduğunu biliyoruz. Bu terör saldırılarının kökünün dışarıda olduğunu da biliyoruz. Ancak hiçbir terör saldırısı, Türkiye’nin iç barışının bozulmasına yol açmayacak; buna müsaade etmeyeceğiz. Türkiye’nin kaos ortamına sürüklenmesine asla müsaade etmeyeceğiz. Dün bütün dünya gördü ki, Türkiye siyaseti böyle durumlarda tek vücut olmasını bilecek olgunluktadır.

İstiklal Caddesi’ndeki halk düşmanı saldırı sonrası ilk akla gelenin 7 Haziran-1 Kasım arası yaşananlar olması, yani herkesin aklına seçimlerin manipüle edilme ihtimalinin gelmesi ne kadar doğalsa, aklına ilk bu gelen toplamın neredeyse tamamının -hele muhalefet bu haldeyken ve en ufak bir hadisede hizaya geçiyorken- iktidarın serbest seçimler aracılığıyla değişeceğine inanması o kadar tuhaf ve ironik aslında.

Öyle ya, milyonlar bir yandan iktidarın iktidarda kalmak için her şeyi yapabileceğini bilmekteler ama öte yandan “aman oyuna gelmeyelim” diyerek usluca seçim gününü beklemeleri gerektiğine ve iktidarın serbest seçimler yoluyla değişeceğine ikna edilmiş durumdalar, kimse de bu tuhaf çelişki üzerine konuşmayı tercih etmemekte.

Buraya bir çelişki ve ironi daha ekleyebiliriz; memlekette herkes en ufak bir hadisede “yeni bir 7 Haziran-1 Kasım süreci mi geliyor yoksa” diye sormaktadır ama eğer böyle bir şey yaşanırsa ne yapılacağına ve buna nasıl yanıt verileceğine dair kimsenin bir fikri yoktur; kimse muhalefetin de böyle bir yanıt verebileceğine inanmamaktadır. İstiklal saldırısı sonrası altılı masanın büründüğü sessizlik ve düşük dozdan yapılan açıklamalar da bunu teyit eder niteliktedir.

Türkiye’de provokatif siyasal şiddet halkı sokağa dökmek için yapılmaz, bu nedenle “bizi sokağa dökmek istiyorlar” sözü son yılların en büyük yalanıdır. Son yıllarda tanık olduğumuz bütün provokasyonlarda amaç halkı sokağa dökmek değil, onu ülkede her ne olursa olsun sokağa çıkamaz hale getirmekti ki bu da zaten başarıldı.

Dünyanın en yüksek enflasyon oranlarından birine sahip bir ülkede sadece ekonomik talepler üzerine kurulu bir hareketlenme bile yoksa, ülkede her ne olursa olsun yaprak kıpırdamıyorsa, bunun birinci nedeni sokağın iktidar ve muhalefet eliyle kriminalize edilmesi, ikincisi de siyasetin bütünüyle seçime, sandığa endekslenmesidir.

Şimdi Türkiye yeniden seçim konjonktürüne girmişken yeni provokasyonlarla karşılaşmamız elbette ki şaşırtıcı olmayacaktır ve bununla da halkın sokağa dökülmesi değil, bilakis her ne olursa olsun susması ve hiçbir şeye ses çıkarmaması hedeflenecektir. Tam da bu nedenle “aman oyuna gelmeyelim” ve “onların işine yarar” denilerek atılmayan her adım aslında oyuna gelmek olacak ve onların işine yarayacaktır.

Memleketin bu kayıkçı kavgasından, bu kısırdöngüden çıkması, bu gidişatın kısa devreye uğratılması mümkündür elbette ama bunu yapabilecek olan tek özne halktır. Halkın yokluğu çıkışsızlığın ana nedenidir, var olmayı tercih ettiğinde ise o zaman bir çıkış ihtimalinden söz edebileceğiz demektir.