'...Bu bize en azından İkinci dönem, 1923- 1927, İstiklal Mahkemeleri’nin özellikle de 1925’ten sonra, yalnızca Allah’tan değil Paşa’dan da korktuklarını göstermekte...'

‘İstiklâl mahkemeleri yalnız Allah’tan korkar’


Duruşma salonunda mahkeme heyetinin oturduğu yerin arkasında büyük harflerle görünür biçimde böyle bir levhanın yazılı olduğunu biliyoruz. Elbette bu ifade mahkeme heyetinin kendi beyanıdır. Gerçekte ise ondan korkup korkmadıkları meçhuldür.

Ancak kendilerinin o günkü hayatlara saldığı korkunun dehşetini ve derecesini yazılanlardan öğrenmemiz mümükündür. Bunlar ölümü yedeklemiş gezici mahkemeler. Önde, arabada artık simge haline gelmiş üç Ali, artık bütün mahkemeler üç Ali’dir, üçü de kel ve gayet sert. Arkada bir başka arabada takım taklavat ve ip ve cellat.

İstiklal Mahkemelerinin hepsi yerli, milli bura işi ve ne ki ilhamını Fransız İhtilal Mahkemeleri’nden aldıkları kesin. Yalnızca kullandıkları malzeme farklı biri giyotin diğeri ip. Ankara’nın kurduğu İstiklal Mahkemeleri kuruluş amacından tutun da şekli ve yetkilerine varıncaya kadar Danton’un rengini taşır. İhtilal mahkemesinin kurulmasını öneren ve kuruluşuna ön ayak olan Danton, daha sonra kurdurduğu ihtilal mahkemesi tarafından giyotine gönderilirken; nasıl bir rastlantıdır, Ankara’da İstiklal Mahkemelerinin kuruluşuna önayak olan ve bir dönem Yozgat İstiklal Mahkemesi üyeliğinde de bulunmuş Ziya Hurşit kuruluşuna katkı sunduğu İstiklal Mahkemesi tarafından giyotine değil ama ipe gönderilecektir. ”Devrimin kendi çocuklarını da yediği” günlerden geçilmektedir.

1793’te kurulan Fransız İhtilal Mahkemeleri devrim karşıtı girişimlerin önünü almak, onları cezalandırmak, heveslenip yeniden krallığa yelteneceklere gözdağı vermek için kurulmuştu. Giyotin Paris’in en işlek meydanında yalnızca cezalandırıcı olarak değil varlığıyla hep korku salıcı olmuştur. İhtilal-i Kebir’in simgesidir. Yazılanlardan öğrendiğimiz, bir yıl içinde 17 bin kafanın sepete düşürüldüğüdür.

Ergun Aybars’ın ayrıntılı çalışmasından öğrendiğimiz, bizde ipe gidenlerin sayısının mukayese edilemeyecek kadar az olduğudur. İstiklal Mahkemelerinin kuruluşundan kapanışına kadar geçen yaklaşık altı yıllık dönmede idam cezası alanların sayısı dört bin civarındadır ve bunun 2. 696’sı “mücellen” idamdır. İşlenen suçun tekrarı halinde infazı gerçekleşecek anlamına gelir. Bir nevi af demektir. Bakiye hesaba vurulduğunda Paris’e pek uzaktır.

Bu özet girişten sonra İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluş amacına ve işleyiş biçimine yönelik söz söyleme sırasının geldiğini düşünüyorum:

Şimdi Milli Mücadele günlerindeyiz. Doğumundan itibaren Genelkurmay Başkanı’dır Fevzi Çakmak. Hani Ebedi Şef gibi. Ebedi Genelkurmay Başkanı… 23 yıl dile kolay… Bir ara Milli Savunma Bakanlığı yapma fırsatını da bulmuştur.

Milli Mücadeleye katılmadan önce, Osmanlı’da Harbiye Nazırıdır. Hep şikayet halindedir adamcağız. Zira birinci dereceden yönetmekle sorumlu olduğu ordu hep kaçmakla meşguldür. Dünya savaşının son günlerinde kaçak sayısı 300 bini aşmıştır. Mütareke günlerinde ordunun hatırı sayılır bir bölümü kaçağa çıkmış dağ bayır askere yurt olmuştur. Milli Mücadele başladığında elde avuçta kalan erat da fırsatını bulduğunda mavzer, mermi, kaput, çarık birliğini terk ederek ya köyünün yolunu tutmakta ya da eşkıyalığa soyunmaktadır. Ne yapsın Fevzi Çakmak! Kaçan Erat’a mı yansın, bu yoklukta firar ederken yanında götürdüklerine mi yansın?

Meclis açıldıktan iki gün sonra Mehmet Şükrü Bey bir önerge verir. Önergede “ihanet”in tarifi vardır. Kısa ve net: Büyük Millet Meclisi’nin kararlarına uymayanlar, bilerek ya da bilmeyerek düşmana hizmet edenler vatan hainidir ve İdamla cezalandırılmalıdır. Uzun tartışmaların sonunda ufak tefek bazı değişikliklerle genişletilerek bu önerge “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” adıyla kabul edilip yürürlüğe girer. Ancak yürürlüğe giren bu kanunu uygulayacak mahkemelerin yetersizliği ve ağır işlemeleri nedeniyle sorunun çözülemediği görülür.

Askerlerin cephede ölmek yerine firar seçeneğini kullanarak hapis yatmayı göze aldıkları 80-100 kişilik taburlardaki er sayısının 3’e 4’e inmesinden öğrenilir. Ayrıca firarların önüne geçebilmek için dayak, para cezası hapis, pranga gibi uygulamaların da işe yaramadığı açığa çıkar.

Fevzi Çakmak’ın yakınmasının nedeni kolaylıkla anlaşılıyor olmalı.

Bu arada Konya Milletvekili Vehbi Bey sosyal bir yaraya tuz basar:

“Efendiler; köylü yedi senedir, yetmiş senedir, yüz yetmiş senedir kasaba eşrafı namına öle öle usanmış, canı boğazına gelmiş. Onlar, dostlar gazi biz şehit düsturunun aleyhinde. Bu kere biz gazi, kasaba eşrafı şehit olsun diyorlar. Askerin bugün ruhuna hakim olan emavilden (etki eden) biri budur. ”

Evet, Meclis bunu firar nedenlerinden biri olarak kabul eder ancak, şimdilik v geçici olarak içinde bulunulan olağanüstü durumun farkında olan, hızlı ve kararlı hareket eden ihtilalci kadrolardan oluşan mahkemelere ihtiyaç duyulduğuna ve bu sorunun derhal karara bağlanmasına hükmedilir. Bu mahkemeler meşruiyetlerini Meclisten alacak, Üyeleri Meclis tarafından seçilecek, hukukçu olmak şartı aranmayacaktı. Duruşmalar avukatsız yapılacak, sanıklar bir üst mahkemeye başvuramayacak, kesilen cezalar hemen infaz edilecekti. Kararı verecek olan yalnızca vicdandı. Üç kişiden oluşan mahkemenin vicdanı. Eh, artık “Allahtan başka kimseden korkusu olmayan” heyetin vicdanı ne kadar adilse , o kadar adil olacaktı verilen kararlar!

Kısacası ve anladığımız, Milli Savunma Bakanı Fevzi Çakmak’ın yakınmaları sonunda çıkarılan “Firariler Hakkında Kanun”u olağan şartlarda çalışan mahkemelerin uygulayabilmesini imkansız olarak gören Meclis’in ; gerek “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”nu, gerekse “Firariler Hakkında Kanun”u uygulayabilecek kabiliyette yeni bir oluşuma ihtiyaç duyduğudur. Bu oluşumun adının ne olacağı uzun tartışmaların sonunda belirlenmiş ve Fransa İhtilal Mahkemesi’nin muadili olarak İstiklal Mahkemeleri adı uygun görülmüştür.

Bu mahkemeleri üstlendikleri görevler bakımından iki döneme ayırabiliyoruz. Birinci dönem 1921 den başlar 1922 Ağustos’una kadar sürer. Amacı daha çok asker kaçaklarını önlemek ve cephe gerisinde düzeni sağlamak ve elbette İstanbul yanlısı ayaklanmalara önayak olanlarla, onlara herhangi bir şekilde yardım edenleri cezalandırmaktı. Cezalar heyetin vicdani kanaatine göre sopadan geçirmek, evini yakmak, ürünlerini yakmak, hayvanlarına el koymak, hapis cezası vermek,sürgün ve idam olmak üzere çeşitlenebiliyordu.

Birinci dönem mahkemeleri Ağustos 1922’den itibaren görevin tamamlandığı inancıyla kapatılmıştır. Ne ki 1923 sonlarından itibaren Halifeliğin ilgası meselesi tartışmalara açıldığında özellikle İstanbul matbuatının Ankara’ya karşı aldığı düşmanca tavır ve bazı mahfillerde yürütülen saltanatçılık özlemleri, Büyük Millet Meclisi’ni derhal sert önlemler almaya yöneltmiştir. Otoritesinin ve kurduğu Cumhuriyetin en ufak bir şekilde dahi tartışma konusu yapılmasını reddeden Büyük Millet Meclisi, İstiklal Mahkemelerini yeniden hayata geçirmiştir. Buna ikinci dönem İstiklal Mahkemeleri diyoruz. İkinci dönemde kurulan mahkeme sayısı Ankara ve Şark İlleri olmak üzere iki tanedir… Çok önemli davalara bakmışlardır. Şark İstiklal Mahkemesi Diyarbakır’da dinci gerici Şeyh İsyanı davasını karara bağlamıştır. 26 Mayıs 1925’te başlayan dava 28 Haziran’da sonuçlanmıştır. Şeyh Sait’in de aralarında bulunduğu 47 kişi idama mahkum edilmiştir. Kanun gereğidir, cezalar derhal infaz edilmiştir.

Ankara İstiklal Mahkemesi gezicidir. Mustafa Kemal’e yönelik suikast davasını karara bağlamıştır.

Ayrıntısı başka bir yazının konusu olmayı hak edecek kadar uzundur.

Tam bunu demişken bitirmeden önce yazının başlığına dair bir not düşmek isterim:

1926 İzmir Suikastı yargılamalarının devam ettiği günlerde mahkeme heyetinin davanın “yumuşak” geçtiği yolunda Mustafa Kemal Paşa’nın eleştirileri üzerine çok korktuklarını, hatta davet edildikleri yemek sonrasında Kemal Paşa’ya görünmemek, eleştirilere bir kez daha muhatap olmamak için kalabalık misafir grubunu kendilerine siper ederek pencereden atlayarak kaçtıklarını bizzat üyelerden Kılıç Ali’nin anılarından öğreniyoruz.

Bu bize en azından İkinci dönem, 1923- 1927, İstiklal Mahkemeleri’nin özellikle de 1925’ten sonra, yalnızca Allah’tan değil Paşa’dan da korktuklarını göstermektedir. Hangisinden daha çok olduğunu kim bilebilir ki?

Kaynaklar:

Ergun Aybars,İstiklal Mahkemeleri, Bilgi yayınvi Ankara 1975.

Atatürk’ün sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları,derleyen Hulusi Turgut,İş Bankası Yayınları, İst. 2006.