"Bir ayağı Cumhuriyet’in kazanımlarına basan ama diğer ayağını sosyalizme uzatmış bir siyaset anlayışı Türkiye’nin önündeki sahici tek kurtuluş seçeneğidir."

İslamcıların cumhuriyetçiliği, cumhuriyetçilerin İslamcılığı

Erdoğan seçim kampanyasını Cumhuriyet’in 100. yılına girişimizin bir gün öncesinde “Türkiye Yüzyılı” adıyla başlattı, “yerli otomobil” fabrikasının açılışını ise 29 Ekim’e denk getirdi. Tarihleri bu şekilde seçmesi elbette ki tesadüf değildi ve zaten yaptığı konuşmalarda da hayli “cumhuriyetçi” bir profil çizdi.

Elbette ki liberallerin iddia ettiği gibi “Kemalistleştiği” ya da “devletin kontrolüne girdiği için” yapmıyor bunları Erdoğan. Yapmak zorunda hissediyor; çünkü geride kalan yirmi yılın sonunda hem o, hem de İslamcıların neredeyse tamamı Atatürk’le ve Cumhuriyet’le cepheden bir kavga yürütmenin kendileri açısından ne kadar işlevsiz olduğunu fark ettiler ve strateji değiştirdiler.

Nedir o yeni strateji peki? “Atatürk ve Cumhuriyet’i yeni bir tarih yazımıyla içeriksizleştirip sahiplenmek” diye özetleyebiliriz kısaca bunu. Bu tarih yazımında Cumhuriyet Osmanlı’dan devrimci bir kopuşa tekabül etmiyor ve onunla bir süreklilik ilişkisi üzerinden okunuyor, yani vurgu “devletin devamlılığı”na yapılıyor, Mustafa Kemal de “bir Osmanlı subayı” olarak görülüyor ve radikal bir modernleşmeci olduğu gizleniyor. Millî Mücadele “gavur emperyalizmine karşı milletin, yani dindar halkın verdiği savaş” olarak değerlendirilip sahiplenilirken, başta saltanat ve hilafetin kaldırılması olmak üzere devrimler sessizce geçiştiriliyor ve oradan da İnönü’nün “tek parti faşizmi” dönemine atlanıyor.

Bu strateji, yani devletin sürekliliğine ve emperyalistlere karşı verilen mücadeleye yönelik vurgunun yerli silah sanayi ve yerli otomobil tarzı hamlelerle birleştirilmesi, AKP’nin seçim kampanyasının da önemlice bir ayağını oluşturacak gibi görünüyor. Böylelikle cumhuriyetçi kitlelerden AKP’ye büyük oy yönelimleri beklenmiyor elbette ama “devlet aklı”nın temsilciliği iddiasının kimi kesimlerde etkili olabileceği ve onları militan bir AKP karşıtlığından uzak tutabileceği yönünde hesaplar yapılıyor.   

İşte Mahir Ünal, harf devrimi ile ilgili söyledikleri bu strateji üzerine oturtulan seçim kampanyasına, Türkiye Yüzyılı’na ve TOGG açılışına takılmış bir çelme olarak görüldüğü ve genel olarak Erdoğan’ın hiç sevmediği şekilde “zamansız öten horoz” kapsamına girdiği için grup başkan vekilliğinden istifaya zorlandı; Bahçeli’nin Meclis kürsüsünden Ünal’ı hedef alması ise daha az etkili olan faktördü.

Türkiye Yüzyılı başlıklı seçim kampanyasının içi ne kadar dolu, açlıktan nefesi kokan insanlar için yerli otomobil ne anlam ifade eder, Atatürk ve Cumhuriyet üzerine kurulu takiye ne kadar karşılık bulur, bunlar üzerine kurulu bir strateji ne kadar işe yarar, hepsi elbette ki haklı sorular ama bu yine de iktidarın bir yol haritasının bulunduğu, dağınıklık halini üzerinden attığı ve muhalefetten farklı olarak her şeye rağmen bir stratejiye sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor.   

Öte yandan, ortada bir strateji var evet ama bu yine de “tuhaf zamanlar”dan geçtiğimizi görmemizin önünde bir engel değil. “Kurucu ötekisi” Atatürk ve Cumhuriyet olan, yani varlık nedeni bu ikisine düşmanlık üzerine kurulu İslamcılık, bugün geldiği noktada, sandıktan bir kez daha zaferle çıkmak için kendini Atatürk ve Cumhuriyet’e sarılmaya mecbur hissediyor ve Cumhuriyet’in 100. yılında yapılacak seçimlerin kampanyasını bunun üzerine yerleştiriyor.

Peki ya Cumhuriyet’i kuran parti bu esnada ne yapıyor? Hiçbir şey yapmadığını, Cumhuriyet’in yıldönümünde dahi Cumhuriyet’i ve kurucu felsefeyi sahiplenerek iktidarla bunun üzerinden bir karşıtlık yaratacak, iktidarın cumhuriyetçiliğinin sahteliğini ve esas derdinin Cumhuriyet’i çökertmek olduğunu gösterecek hiçbir şey yapmadığını söylememiz mümkün görünüyor.

Tuhaftır ki iktidardaki İslamcı parti kendi ezberini bozup Atatürk ve Cumhuriyet’i veri alarak siyaset yapar ve ancak böyle iktidarda kalabileceğini düşünürken, muhalefetteki Cumhuriyet’i kuran parti ise hiçbir ezber bozma girişiminde bulunmadan, İslamcı, muhafazakâr kesimleri veri alarak iktidara gelebileceğini sanmaya devam ediyor.

Ve başka bir tuhaflık daha: Daha birkaç ay öncesine kadar “bu işi bitti, bu sefer kesin olarak gidiyorlar” gözüyle bakılan iktidar, şimdi seçimlere en hazır aktör olarak karşımıza çıkarken, milyonları sandığa hapseden ve gözü seçimden başka hiçbir şeyi görmeyen muhalefet, seçime çok kısa bir süre kalmışken, altılı masanın çelişkilerine gömülmüş, adaydan, programdan, stratejiden yoksun, umut ve heyecan yaratmaktan ise aciz bir şekilde seçime hazır olmaktan ve onu kazanmaktan fersah fersah uzak bir görünüm sergiliyor.

Bunun nedeni ise basit aslında: İktidar partisinin ne olduğuna, amacına, hedefine, Cumhuriyet’le ve Atatürk’le olan derdine dair tek kelime etmemek ve karşı tarafta olağanüstü bir rejim biçimi yokmuş gibi yaparak “normal” bir siyaset yürütmek muhalefetin temel siyaset yapma biçimini oluşturuyor, bu da sözünü ettiğim görünümü beraberinde getiriyor.

Bu yazının yazıldığı günden birkaç gün önce 29 Ekim’di ve Cumhuriyet’in 100. yılına girilmişti, yazının yazıldığı gün saltanatın kaldırılmasının ve harf inkılabının yıldönümüydü, yazıyı okuduğunuz günün ertesi günü ise AKP’nin iktidara gelişinin 20. yıldönümü olacak. Eğer geride kalan 100 yılın 20 yılının 1923 paradigmasına düşman ve rejim inşa eden bir iktidarla geçtiğini görmezsek, geleceğe dair bir siyasi projeksiyon da yapamayız. Saltanatın kaldırılmasını coşkuyla sahiplenmeyen, onu toplumu mobilize etmek, topluma umut ve heyecan vermek, “yaptık yine yaparız” demek için gündemleştirmeyen bir muhalefet Türkiye’ye hiçbir şey veremez.

Bugün Cumhuriyet’i ve onun kazanımlarını dahi sahiplenmekten kaçınan bir muhalefet anlayışıyla Türkiye’nin varabileceği herhangi bir yer, inşa edebileceği herhangi bir gelecek bulunmuyor. Bunu ancak Cumhuriyet’in kazanımlarını sol değerlerle birleştirecek, her türden saltanatçılığa karşı cumhuriyet fikrini ve “eşitlerin cumhuriyeti” anlamına gelecek yeni bir cumhuriyeti savunan bir siyaset gerçekleştirebilir. Bir ayağı Cumhuriyet’in kazanımlarına basan ama diğer ayağını sosyalizme uzatmış bir siyaset anlayışı Türkiye’nin önündeki sahici tek kurtuluş seçeneğidir.