'İşçi sınıfının mücadelesi politik bir örgütlülükle taçlanabilir. Taçlanmalıdır. Komünistlerin hazırlıkları sonuç almalıdır.'

İşçiler Partiye

Bir işçi hareketinin ortaya çıkmaması imkânsızdı… Yakın tarihimizin işçi sınıfına yönelik en şiddetli saldırısı yaşanırken emekçilerin sessiz kalması, sadece Marksizmin bütün öngörülerine değil, eşyanın tabiatına, insanın insan olmasına aykırı düşerdi. 

Bu hareketin büyümemesi de bir o kadar olasılık dışıdır. Saldırı demişken, ekonomik kriz kavramının yetmediği bir noktadayız çünkü. Kapitalizmde yaşıyoruz ve bu düzenin kriz refleksi kural olarak faturanın emekçi halkın sırtına yıkılmasıdır. Buraya kadarı kriz kavramının sıradan içeriğidir. Bunun ötesindeyiz. 

Kapitalizmin neo-liberal evresinin uzun zamandır ötelenmiş krizi, kavramın içeriğini güncellemiş bulunuyor. Neo-liberalizmin krizi daha önce sömürü düzeninin yaşadıklarından biri gibi yaşansaydı şu anda kapitalizm yeni bir ekonomik-sosyal rejime çoktan yönelmiş veya mecbur kalmış olurdu. Bu seferki, bu seferki derken aşağı yukarı 2008’den bu yana yaşadığımız ötelenmiş krizi kastediyorum, mevcut modelin duvara olanca şiddetiyle çarpmasına karşın, bir başkasıyla değiştirilmek yerine ısrarla sürdürülmesine sahne oluyor. 

Aslında neo-liberalizm ta 1970’lerde adımları hissedilen bir tıkanmaya bulunmuş çözümdü. O kadar sert bir çözümdü ki bu, emekçi sınıflara karşı topyekûn bir tasfiyeye dayanıyordu. Kapitalizm muazzam bir metalaştırmadır. Neo-liberalizm ise o zamana kadar alınıp satılması, burjuvazinin belki yalnızca rüyalarını süsleyebilmiş olan her şeyin ticarete konu edilmesi, metalaşmanın fantastik boyutlara geçişidir. Geçtim kültürel ürünlere ucuza erişimi, geçtim altyapı yatırımlarını, yurttaş hakkının en dar tanımı içinde düşünüle gelen çalışmayı, barınmayı, temel eğitimi, temel sağlık hizmetlerini, aç ve susuz kalmamayı bile “paran kadar” kriterine vurmak şeytanın aklına gelmezdi. Neo-liberalizm birkaç yüzyıllık modern sömürü düzeninin şeytanlaşmasıdır. Yurttaşın yerine tebaanın konmasıdır. Hak arayışının yerine bizde zekât, her yerde öteki dünya ertelemeciliğinin geçirilmesidir. Dolayısıyla burjuvazinin aristokratik ve teokratik rejimlerin apoletlerini sökmesinden beri unutulmuş bir gericilik çağıdır. Emekçilerin dünya çapındaki kazanımları, işçi sınıfı iktidarları veya sendikal örgütlenme hakkı bu huruç harekâtının hedefi kılındı. Neo-liberalizmin sermayenin kâr oranlarını yeniden yükseltmeyi başarmasıyla emekçilerin görülmemiş bir baskıya maruz kalması aynı şeydi. 

Ama sonra kapitalizmin tarihsel alınyazısı olan ekonomik kriz, yani kâr oranlarının düşmesi yine karşımıza çıktı. Daha önceki krizlerde, bataktaki yapı, bütün sınıfların mücadelesi ve rekabetinin sonucu olarak revizyona sokulmak zorunda kalınmıştır. Ancak neo-liberal huruç harekâtı o denli başarılı olmuştu ki, yeni bir modeli zorlayacak bir sınıfsal güç dengesi ortaya çıkamadı. Emekçilerin ve onları temsilen solun yaptırım gücü kalmamıştı çünkü. Sonuç sermayenin gericiliğin gazına daha da basması oldu! 

İçinde bulunduğumuz özgün krizde onlarca yıldır görülmemiş bir ezilmeye maruz kalmış olan emekçi halk, üstüne basitçe krizin faturasının yıkılmak istenmesiyle karşı karşıya değil, sadece. Sermaye diktatörlüğü huruç harekâtı rejiminin bile artık kârları kurtarmaması karşısında yeni bir huruç harekâtı denemektedir. Neo-liberalizmin krizi neo-liberalizmin daha da azgınlaştırılmasıyla aşılmak isteniyor. 

Bu bir kriz değil, emekçilerin yoksullaştırılmasını amaçlayan korkunç bir saldırıdır. Madem öyle, başka türlü olamazdı; bir işçi hareketinin ortaya çıkması gayet beklenir bir gelişmeydi. 

Örnek olsun; komünistler üç yılı aşkın süre önce bu kaçınılmaz kırılma noktasına “emekçilere” sloganıyla hazırlanmayı kararlaştırmışlardı. Semt evleri, işçi evleri, köy evleri, dayanışma ağları, dayanışma kavramının kendisi bu hazırlığın unsurlarıdır. Yoksullaştırma saldırısının yaklaşmasına karşı emekçi halkı mümkün olan en donanımlı biçimde ayağa kaldırma hazırlığıdır.

Siyasal partiler, işçi sınıfının en bilinçli, en nitelikli partisi bile, bir kitle hareketini yaratamaz. Sınıf hareketi objektiftir. Tek tek işçilerin veya devrimcilerin iradesini aşan bir dinamikten söz ediyoruz. 

Ancak Komünist Manifesto’dan beri biliyoruz ki, her sınıf mücadelesi politik bir mücadeledir. Kimsenin iradesiyle yaratılmamış olan bugünkü hareketin ister istemez politik sonuçları olacaktır. Kimileri oldu bile. 

Bir kere, emekçi kitleler akın akın ülkenin karabasanı AKP rejimini terk etmektedir. İktidar sözcülerinin bu gerçeği görmezden gelmeleri çaresizlikten başka bir şey değil. Türkiye’nin bir türlü içine sığmadığı AKP karşı-devriminin sonu bir emekçi halk hareketiyle çakışacağa benziyor. 

Aynı kitlelerin hak arayışını sokaklara dökmesi, düzen muhalefetinin halka yaptığı “sandığı bekleme” çağrısının açıkça reddedilmesi ve aşılmasıdır. O kadar ki, muhalefet bu kitle hareketini değil sahiplenmek, oyunu istemeye bile henüz cesaret edemiyor. 

Bu hareketin emekçi halkımızın onlarca yıllık örgütsüzlük halini bir ölçüde değiştirmesi de kaçınılmazdır. Örgütlülüğün başlı başına bir suçluluk olarak damgalandığı koşullar farklılaşmaya açıktır… 

Ve işçi sınıfının verdiği mücadelenin, ister istemez politik sonuçlar üretmesinin ötesi de olmalıdır. İşçi sınıfının mücadelesi politik bir örgütlülükle taçlanabilir. Taçlanmalıdır. Komünistlerin hazırlıkları sonuç almalıdır. Bugünlerde bir dizi kentte onar onar, yüzer yüzer bir araya gelen işçiler içlerinden öncüler çıkarmaktadır. Öncü işçilerin yeri Partidir. 

Neo-liberalizmin ve AKP karşı-devriminin yaklaştığı tarihsel kırılma anı, işçilerin bir sınıf olarak davranabilmelerini hak etmektedir. Bu ise işçilerin bir Parti olarak örgütlenmelerine bağlıdır.