Salgın sonrası, hegemonik kapasite üzerinde düşünmek için önemli bir andayız. 'Emekçi toplum'la 'halk' arasındaki sınır çizgisinin aşıldığı, emekçilerin egemen bir halk olarak düşünülebilir olduğu bir andayız.

İşçi sınıfının ne yapacağı tahmine açıktır

Eskinin tartışmalarının hafızalardan silindiği, yeni hedeflere yönelik tartışmalarınsa bulanık olduğu bir süreçten geçiyoruz. Bir yandan tarihsel maddeci açıklamaları “meta-anlatı” olarak tanımlayıp yok sayan akademik ve siyasi şiddet kapitalizmi aşmaya dönük toplumsal mücadeleyi de yok sayıyor. Diğer yandan salgının orta yerinde, kamudan piyasaya, sınıflardan bireylere geçişin yarattığı sancılar her geçen gün daha şiddetli hissediliyor. Bu karmaşada halk sınıflarının hızla dahil olduğu ve yüz yüze geldiği sınıf çelişkileri üzerine düşünmek önemlidir. Sınıf çelişkilerinin yarattığı imkan ve sınırlılıkları değerlendirmek de... Çünkü geleceğin toplumu bu çelişkili alanın imkan ve sınırlılıklarından filizlenecektir. 

Sınıf çelişkileri ve geleceğin toplumu tartışmasında sınıf kapasitesi yaklaşımı ufuk açıcı olabilir. Sınıf kapasitesi, bir toplumsal sınıfın sahip olduğu ortak hareket etme ve etkileme gücüne işaret eder. Dolayısıyla, halk sınıflarının fabrikalarda, işyerlerinde ve gündelik hayatta yaşama ve çalışma koşullarına dair mücadelelerinin olanak ve sınırlarını değerlendirir. Bir yandan, işçi sınıfının kendisine ve topluma dair özgürleştirme gücünü çözümler. Diğer yandan da bu gücü kullanacak araçları elde etme imkanını analiz eder. Analizi bu cepheden kurmak, sınıfın mücadele imkanlarını, “somut ekonomik konumu”, “örgütsel güç” ve “bilinçlenme”yle düşünmek anlamına gelir. Sınıf kapasitesini üç boyutta tartışabiliriz: yapısal kapasite, örgütsel kapasite ve hegemonik kapasite.

Yapısal kapasitenin oluşumu hem üretim alanındaki hem de toplumsal alandaki ilişkileri kapsıyor. Örneğin, büyük ölçekli fabrikalarda, emek sürecindeki işçiler arasında nesnel bağlantılar oluşur, güçlenir ve derinleşir. Bu yapısal kapasiteyi artırır. Fabrikalar ve işyeri dışında yeniden üretimin gerçekleştiği mekan ve zamanlar işçiler arası toplumsal ilişkileri oluştur ve yine yapısal kapasitenin oluşumunda etkilidir. 

Son yıllarda, hem üretimin hem de toplumsallaşmanın parçalanarak sınıf kapasitesini daralttığını deneyimliyoruz. Diğer bir deyişle, işçi sınıfı için kolektif zaman ve mekan parçalanıyor ve bireyselleşme artıyor. Buna bir de salgının yarattığı fiziksel mesafe ve uzaktan çalışma deneyimlerini ekleyebiliriz. Toplumsal ve siyasal iletişimde sosyal medyanın, cep telefonlarının ve tabletlerin başat konuma gelmesi de kolektif zaman ve mekanı yok ediyor. Cep telefonları, tabletler ve akıllı telefonlarla kurulan ilişkiler, esas olarak birbiriyle değil, orada olmayanlarla kurulan ilişkilere işaret ediyor. Toplumsal yaşamın farklı anlarında otobüste, lokantada, sokakta birbirini görmeyen ve ekranları gören insanlar bulunuyor. Geleceğin toplumunu kuracak olan işçi sınıfının yapısal kapasitesinin hangi yollarla, hangi mekanlarda ve hangi zamanlarda gerçekleşeceği bugünden üzerinde düşünülmesi gereken konular.

Örgütsel kapasiteyse, işçi sınıfının kolektif örgütlenmelerine işaret ediyor: sendikalar, siyasi partiler, dernekler ve odalar…Son yıllarda, kolektif örgütlenmeler, emeğin hayatın her alanından dışlanmasının sonucu, güçlerini ve mücadelelerini sisli tarihlerinde taşıyorlar. 

Geleceğin toplumuna yönelik örgütsel kapasite üzerine düşünmek bazı soruları da beraberinde getiriyor. İlk soru: Emek örgütlerinin işçi sınıfıyla, emekçilerle ilişkileri nasıl güçlenebilir? Emek örgütleri üyelerinden uzaklaşmaktadır. Siyasal pratikler, emek örgütlerinin yöneticileri ve aktivistleriyle sınırlı bir siyasete sıkışma eğilimindedir. İkinci soru: Emek hareketi salgınla birlikte yükselen itirazları ve talepleri emekçilerle birlikte nasıl üretebilir? İşçi sınıfının haberi olmadan hazırlanan itiraz ve talepler, yukarıdan edilen sözler olarak kalmaya mahkumdur. Emekçilerin konuşması, emeğin imkanlarını yükseltmenin ve parçalanan toplumsallığı koruyabilmenin tek olanağıdır. Üçüncü soru: Emek hareketi taleplerini işçi sınıfıyla birlikte nasıl yükseltebilir? Örgütlerin sözcüsü durumunda kişilerin, "Biz bunları istiyoruz!" derken bu sözün dayandığı güçtür belirleyici olacak olan. 

Hegemonik kapasiteye gelince, o da sınıfın sözünü, eylemliliğini ve toplumsal gücünü karşı sınıfa dönük oluşturabilmesini gösteren bir kavramdır. Toplumda var olan sınıflar arası hegemonik güç dengesi her sınıfın sınırlarını karşılıklı olarak belirler. Hegemonik kapasite, işçi sınıfının sürece aktif olarak katılmasıyla, yaşanılanları kendi sözcükleriyle ifade etmesiyle ve yaşanılanları değiştirmek düşüncesiyle güçlenir. Yaşanan eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı işçi sınıfının taleplerinin, beklentilerinin yüksek sesle duyulmasıyla genişler. 

Salgın sonrası, hegemonik kapasite üzerinde düşünmek için önemli bir andayız. “Emekçi toplum”la “halk” arasındaki sınır çizgisinin aşıldığı, emekçilerin egemen bir halk olarak düşünülebilir olduğu bir andayız. Bugün hegemonik kapasiteyi genişletmeye dönük en hayati hamle muğlak ve tedirgin “sol” siyasi söylem yerine daha net bir siyasi söylemdir. Uzun yıllardır sosyalist solun yeni bir toplum inşa etme hedefini, bu hedefe doğru yürüyüşünü ve ilkelerini otoriter ve modernist bulan "post" siyaset, birbirine benzemez siyaset ve talepleri bir arada tutmaya çalışan demokrasi cephesi, toplum nezdinde "muğlak ve tedirgin" bir sol yarattı. Tam da burjuva siyasetinin yeni bir umut üretemediği ve tüm iddiasını kaybettiği bir dönemde iddia sahibi olmak hayatidir. 

Son olarak, sınıf kapasitesini gerçekleştirmek için emekçilerin ve işçi sınıfının üretim noktasında ve toplumsal hayatta bir araya geleceği kolektif zaman ve mekanları örgütlemeliyiz. Ve “Kamucu, emekten yana, anti-emperyalist, laik bir ülke, işçi ve emekçilerin birlikteliğiyle kurulacaktır" sözünü güçlendirmeliyiz. Sınıf kapasitesi o zaman artılı değerlere yükselecek, fersiz sınıf siyasetine yaşam öpücüğü değecektir. Ve tam da o zaman “İşçi sınıfının ne yapacağı tahmine açık” hale gelecektir.