İş ve işçinin, değer ile emekçinin, ürün ile üretenin buluşması nasıl olmalı? Öncelikle her şey tepetaklak dönmeli, hayatta kalabilmek için değil, hayata katkı koymak için iş aramalı emekçiler.

İş

Bir dostum, “bak bu tam senlik” diyerek bir film önerdi geçen gün. İtalyan yönetmen, Ermanno Olmi’nin 1961 yapımı, Türkçeye İş olarak çevrilmiş, Il Posto filmi.1 Hemen fırsat yaratıp izledim, gerçekten tam benlikmiş, çok yaşasın dostum.

Yönetmen Ermanno Olmi, İtalyan yeni gerçekçi (neorealist) sinemacılarından biri olarak geçiyor. Ben sinema sanatı ve tarihi tartışması açısından yeterli görmediğimden ve haddimi bildiğimden, filmin sinematografisi, kurgusu ya da anlatım dilinden bahsetmeyeceğim. Kendi gördüğüm ve anladığımca filmdeki öyküyü paylaşıp, çağrıştırdıklarını aktarmaya çalışacağım.

Il Posto, Milano’nun varoş mahallelerinde yaşayan emekçi bir ailenin büyük oğlu genç Domenico'nun öyküsünü anlatıyor. 

Filme, ailenin bir sabahına birlikte uyanarak başlıyoruz. O sabah, yaşları birbirine yakın iki ergenlik çağında oğlandan küçük olan okula, büyük olan şehir merkezinde iş görüşmesine gitmeye hazırlanıyor. Abi Domenico yataktan zor kalkıyor, kardeşine sataşıyor, belli ki gergin. Kardeşinin okula giderken kitaplarını taşımak için kendi kayışını kullanmasına bozulmuş ona söyleniyor.

Sahneler ilerledikçe anlıyoruz ki, ailenin geçimine destek olması için büyük kardeşin eğitimi yarıda kesilmiş ve işe girmesi bekleniyor. Domenico’nun Milano merkezdeki büyük bir şirkette başvurduğu ofis emekçisi pozisyonu için girdiği sınavlar ve mülakatları tüm detayı ile izliyoruz.

Çeşitli aşamalardan ve tuhaf sınav ve görüşmelerden sonra Domenico işe alınıyor. Ancak başvurduğu ofis pozisyonunda değil, orada bir masa boşalana kadar, evrak getir götürüsü için kurye yardımcısı olarak işe başlıyor.

Film bundan sonra, özetle Domenico’nun ofis hayatını, çalışanları keşfetmesi, yarım kalan eğitimini dışarıdan tamamlama hayallerinden gittikçe uzaklaşarak, sosyal anlamıyla “işçileşmesini” anlatıyor. Ben öykünün tümünün değil, başlangıcının bende çağrıştırdıklarını paylaşmak istiyorum bugün.

Yönetmen Olmi, 95 dakikalık filmin ilk 50 dakikasını Domenico’nun işe alınma süreçlerine ayırmış. Başvuru sonrası şirket binasına ilk giriş, patron figürüyle ilk karşılaşma, işe başvuranların bir araya gelişi, birbirleriyle etkileşimleri, gerilimli bekleyiş, sınav heyecanı, sınavlar, testler, muayeneler, mülakatlar ve nihayet işe alınma görüşmesi.

Genç Domenico bu aşamalarda, okuldan ayrılmanın hüznünü, yetişkinler dünyasının gerilimlerini, çok da yabancı olmadığı sınavda başarı kaygısını, tüm bunları paylaştığını fark ettiği ve yeni tanıştığı genç kadına karşı içinde uçuşan kelebekleri birarada yaşıyor. 

Yirminci yüzyıl ortasından bir zaman ve mekandan emek sermaye çelişkisinin ortaya döküldüğü bu kurguda, işçi ile patronu kurumsal bir ilişki içerisinde bir araya getiren “işlenme” yani istihdam süreçleri tüm ayrıntıları ve nesnelliği ile ortaya konulmuş. Gerçekten çok etkileyici.

Yönetmenin kendi sinemasıyla ilgili olarak ısrarla vurguladığı nokta, eserlerinde oyuncu olarak “okullu” olmayan, gerçek hayattan kişiler kullanmasıymış. Sanırım biraz da bu yüzden çok etkileyici. Aktarılan öykü de, kullanılan mekanlar da, oyuncular da yaşamın tam da içerisinden geldiğinden olsa gerek, Il Posto, izleyenin içini titreten cinsten.  

Filmde beni etkileyen bir başka şey de, anlatılan hikayenin, altmış yıl sonra, yeni bir yüzyılda, bambaşka bir coğrafya ve kültürde hala aynı gerçekliğini koruyor olması oldu.

Domenico’yu canlandıran gencin o kocaman gözlerinde, bugün, Türkiye’de, İstanbul’da bir plazanın resepsiyonunda elinde CV’si gergin bekleyen genci gördüm. Genç İtalyan üzerine iki beden büyük paltosu içerisinde ne kadar rahatsızsa, biliyorum ki, bizimki de iş görüşmesine giderken geçen yaz ablasının düğününde giydiği takım içerisinde o kadar rahatsız.

İşe almada patrona aracı olan, onu temsil eden, ancak aslında kendisi de bir emekçi olan personel müdürünün ya da “insan kaynakları” uzmanının, ikilemini, hem o siyah beyaz sahnelerde, hem bugün tam karşımızda, yakınımızda görmüyor muyuz?

İş görüşmesi denen süreçlerin, yerine getirilecek görevlerin, ortaya çıkarılacak değerin gerekleriyle, gençlerin eğitim, deneyim bilgi ve becerilerini buluşturmaktan çok, sermayenin sahibi patron ya da patronların ihtiyacını görecek, sorun çıkarmayacak, fazla masraf olmayacak adayları seçme anlamına geldiğini biliyoruz.

Yönetmen Olmi de bundan altmış yıl önce tam da bunu koymuş ortaya. Filmde alaycı bir dille işlenen anlamsız mülakat sorularının, 21. yüzyıl sürümüyle karşı karşıyayız bugün. 

Domenico anket sorgulaması sahnesinde, küçükken yatağını ıslatır mıydın? geleceğin hakkında umutsuz musun? ev dışında yemek yemekten çekinir misin? gibi tuhaf sorulara yanıt vermek zorunda kalıp şaşkına dönüyor.

Bugün de bizim gençler, doğru yanıtı ne kendilerinin ne de karşılarındakinin bilebileceği,  “seni neden işe alalım? kendini 5 yıl sonra nerede görüyorsun? çözüp başardığın bir durumdan örnek ver”  gibi konuşmalar içerisinde buluyorlar kendilerini.

Peki nasıl olmalı? İş ve işçinin, değer ile emekçinin, ürün ile üretenin buluşması nasıl olmalı?

Bir kere öncelikle her şey bir tepetaklak dönmeli, geçinmek için, hayatta kalabilmek için değil, tüm temel yaşamsal ve sosyal gereksinimleri karşılanmış olarak, üretmek için, hayata katkı koymak için, paylaşmak için iş aramalı emekçiler.

İşler, görevler, pozisyonlar üretilen değerin, ürünün, hizmetin gereklerine göre, ürünler ve hizmetler de toplumun gereksinimlerine göre belirlenmeli.

Bu koşullar gerçekleştikten sonra da iş ve işçinin buluşmasında, araya sadece kolaylaştırıcılar girmeli, sorgulayan, yargılayan, üstten bakan aracılar, emekgücü simsarları değil. 

O günlere bir ulaşalım, işte o zaman sorsunlar gençlere geleceği, öyle beş yıl falan da değil, gelecek yüzyılı sorsunlar. Kimbilir ne güzel anlatır bizim çocuklar.

  • 1. Film Netflix platformunda var. Olanağı olanlara ilk fırsatta bu filmi ve yönetmenin ödüllü diğer filmi The Tree of Wooden Clogs (L'Albero degli zoccoli) izlemelerini öneririm.