"Gel gör ki, düzenli aralıklarla ortalığa düşen 'analizler', bu 'milli' uzmanlarımızın 'olağan atmosfer koşullarına sahip' bir fanus içerisinde düşünce ürettikleri izlenimini veriyor."

'Irkımın Akdeniz’de bir...'

Nesi var sizce?

Evet, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğinin dış politika gündeminin orta yerine çöktüğü günlerde Kıbrıs’ı özellikle de kuzeyini, KKTC’yi  yazacağım. NATO meselesi gündeme geldiğinde bu işe dair görüşlerimi soL haber’e geçen Cuma aktarma fırsatı bulmuştum. Arzu ederseniz şuradan okuyabilirsiniz.

Aradan geçen 72 saat içinde kimi gelişmeler oldu elbette. Cuma selamlığından yapılan “istemezük” makamındaki dış politika açıklaması beklendiği üzere ilgili çevrelerde kafa karışıklığı yarattı. Ardından benim Türk diplomasinin en önemli iştigal alanlarından biri olarak tanımladığımı ambalajlama çabaları, başka bir deyişle “tam olarak öyle demek istemedi” beyanları geldi. Derken dünya liderinin aynı çuvala koyup duvara çarptığı iki ülkeyle ilgili pozisyonumuzun aslında farklı olduğu kaydedildi. O arada aynı çuvala ne hikmetse geçen ay Türkiye’yi ziyaret edip Ukrayna-Rusya politikasına övgüler yağdıran Başbakan Rutte’nin Hollandası da karıştı. Neyse ki, bunu çabuk unuttuk da artık mevsimi geçen portakalları doğramaya filan ihtiyaç kalmadı. Diğer yandan Kıbrıs bağlamında da değineceğim bir kesim, sanki Türkiye’de olağan bir yönetim varmış ve ulusal güvenlik kaygısı taşıyormuş gibi “Türkiye’nin PKK hassasiyetleri” benzeri analiz fışkırtma çabasına girdiler. Sonuçta sanırım ve umarım herkes meselenin PKK’yla, İsveç’le, Finlandiya’yla falan bir ilgisi bulunmadığını, Atlantik ötesine yönelik, Batı dillerinde halı veya at pazarlığı denilen sürecin peşrevinden ibaret olduğunu anladı. Şimdi NATO’nun dünyanın en tehlikeli ve saldırgan şiddet örgütü olduğunu, Türkiye’deki düzenin NATO’suz var olamayacağını anımsatıp Kıbrıs’a geçelim.

Gençler pek aşina olmayabilir ama 1974’te Kıbrıs’a Temmuz ve Ağustos aylarında düzenlenen iki askeri harekât sonrasında çok popüler olan bir şarkının başlangıç bölümünden alıyor yazı başlığını. “Irkımın Akdeniz’de bir sevinci var…”  7 yaşındaydım ve çocukluğuma dair en somut hatırladığım olaylardan belki de en önemlisiydi Kıbrıs Harekâtı. Yunanistan’la bir savaş ve hava bombardımanı olabilir diye İstanbul’da karartma uygulanıyordu. Yine de camlarımıza koyu lacivert krepon kağıdı yapıştırdığımız sırada korkudan ziyade sevinçti benim belleğimde kalan. Genç bir Ecevit, “barış için geldik!”, “Kıbrıslı Türk soydaşlarımız artık huzur içinde” ve Rauf Denktaş o dönemden anımsadıklarım. 

Çocuk halimle siyasal bağlamı bilecek halim yok: Mersin’in ötesinde bir ada vardı, fethedilmişti, Kıbrıs Türkleri kurtarılmış, konu kapanmıştı. Kendi yaşamöykümden gidersem, Kıbrıs’ın adını bir kez daha duyduğumda yıl 1983’tü. Yurtdışında öğrenciydim, üç-beş günde bir gelen Türk gazetelerinde görmüştüm “KKTC ilan edildi” haberini. Günlüğüme not almışım. Pek sevinmişim ama başkaca  bir ayrıntı da yok. O sıralar ya Milli Futbol Takımı ya da Fenerbahçe bir maç kazanmış, “iki mutlu olay bir arada”  gibi bir şeyler yazmışım.

Zaten şarkıda da ne diyordu? “Irkımın Akdeniz’de bir sevinci var..”. O sıralar ırk sözcüğünün ne denli irkiltici olduğunun farkında bile değilim. Girne’den Anadolu’ya yol bağlamışız işte ötesi çok önemli değil. Kıbrıs’ta kim yaşar, ne yer, ne içer, ne düşünür gibi sorular yok aklımda.

Bu satırları kaleme alırken Çetin Altan’ın “Büyük Gözaltı” romanını hatırladım. Romanda sık sık “Palandöken dağlarında kavalımın sesi var” ezgisi çıkar karşınıza hani. Benim beynimde de birkaç gündür Yasemin Kumral uzun saçları ve gitarı eşliğinde söylüyor “Irkımın Akdeniz’de bir sevinci var….” diye başlayan şarkısını.

Geçen yıllar içinde ırkımız diye bir şey olmadığını öğrendim elbette. Sevincin de olmadığını fark etmek ise çok daha uzun bir zaman aldı. Sevincin yerini pek çok farklı sözcük aldı. “Hüzün”, “ganimet”, “başarısızlık”, “beceriksizlik”, “düşkırıklığı”, “iflas”, “kumarhane”, “mafya”, “cinayet”, “yolsuzluk”, “soygun”, “rant kapısı”… Fazlası var, eksiği yok. 

2020 yılının sonunda KKTC’nde Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. O dönemde Türkiye’deki düzen muhalefetine ve ona yakın duran medya kuruluşlarına “KKTC’de yeni bir dönemin başlatılacağı ve tahripkâr bir sürece girileceği” uyarısında bulunan üç-beş kişiydik. Benzer uyarıları Kuzey Kıbrıs’tan yineleyenleri olduğu gibi, bizi de kimse dikkate almadı. CHP başta olmak üzere düzen muhalefeti KKTC’deki 30 yıllık ezberlerini bozmayı göze alamadı ve Kıbrıs Adası’nın kuzeyinde yaşayan birkaç yüzbin insanı Akepe’nin “müşfik” ellerine terk etti. 

Kıbrıs, Türkiye’de önemine kıyasla en sevilmeyen, en ilgi duyulmayan ve en umursanmayan konular sıralamasında her zaman ilk üçte yer aldığı için 2020 Kasım ayından itibaren KKTC’de yaşanan siyasi gelgitleri burada tek tek saymayacağım. İnternette “KKTC’de hükümet kuruldu” ve “KKTC’de hükümet düştü” şeklindeki sözcük kümelerini son 18 aylık dönem için aratırsanız karşınıza çıkan manzarayı nasıl adlandırabileceğinize de karar verirsiniz. “Zora koşma kardeşim zaten derdimiz bini aşmış” diyorsanız  iki yazı önereyim. Siyasi yelpazenin iki ayrı kanadından iki saygın kalemden. Birincisi deneyimli gazeteci Serhat İncirli’nin şu yazısı. İkincisi ise Akademisyen Mehmet Hasgüler’den.

Kıbrıs’ta bu -çok diplomatik ve nazik bir ifadeyle- kaygı verici siyasi müsamere ve imha süreci yaşanırken benim dikkat çekmek istediğim bir konu daha var. Yukarıda değindiğim kesim. Hani şu Türkiye’de olağan bir devlet, olağan bir yönetim, olağan bir dış politika varmış gibi yapan muhalif ama kendini devletten sorumlu sayan kesim.

Bu kesimde benim alanlarında saygıdeğer bulduğum, yurtseverliklerinden kuşku duymadığım, kariyerli isimler de mevcut. Bunların kimileri uzun yıllardır “Haklı Kıbrıs Davası”nı kendi perspektiflerinden savunuyorlar. Bu değerli isimler, ne zaman bölgede bir kriz çıksa, “atılacak akılcı adımlarla …. (herhangi bir ülke ismi) KKTC’yi tanıması sağlanabilir” diye biten bir analiz yapmayı hiç ihmal etmiyorlar. Örnekse “Avusturya-Macaristan’a Polonya ile ilgili tezlerinde destek verirsek Litvanya da KKTC’yi tanıyabilir”. 

Burada bir nefes alıp şunu hatırlayalım zira gerekli gibi görünüyor. İnternet Türkiye KKTC’de en az yirmi yıldır kullanılıyor. KKTC’nde Türkçe konuşuluyor ve yazılıyor.  Gazete ve dergileri herhangi bir çeviri programı kullanmadan internetten okumak ve anlamak mümkün. Dolayısıyla Türkiye’deki bu saygın isimlerin KKTC’de ne olup bittiğini okuyup anlamakta bir güçlük çekmiyor olmaları gerek. Gel gör ki, düzenli aralıklarla ortalığa düşen “analizler”, bu “milli” uzmanlarımızın “olağan atmosfer koşullarına sahip” bir fanus içerisinde düşünce ürettikleri izlenimini veriyor.

Kendilerine bir katkı sağlar umuduyla yazının yönetici özetini arz edeyim: Uluslararası hukuk bakımından varlığı, meşrutiyeti zaten tartışılan ama 28 yıldır fiili bir varlık (antite) olarak yaşamını sürdüren KKTC ya da Kuzey Kıbrıs Akepe tarafından göz göre göre buharlaştırılmakta ve adım adım ilhak veya sözde iltihakla sonuçlanacak bir plan yürütülmektedir. Ola ki bu “saygın ve yoğun” düşünsel çabalar sonucunda bir gün KKTC’yi gerçekten tanıyacak bir ülke bulabilirsiniz. Lakin o gün geldiğinde KKTC’yi de Kıbrıs Türklerini de bulamayacaksınız.

“Irkımın Akdeniz’de bir …..” Nesi vardı sahi?