Devletin istatistik tekeline ulaşabilme imkânı olmayan bir gazetecinin savaştan kaçan tüm insanları korkunç bir zan altında bırakması, Türkiye’deki faşist grupların ekmeğine yağ sürmektir.

Irkçılığın yeni yüzü: Yahudi düşmanlığının yerini mülteci düşmanlığı mı aldı?

Sinsi bir düşman ilerliyor, karanlığın ardına saklanıp sahte kostümler ve maskeler giyerek sosyalizm rolü yapıyor. Irkçı dilin yayılmasında en kullanışlı ajan kim? Doğru tahmin! ‘Gazeteci’! Kuzu postunu üzerinden atıyor ve topluma yumuşak bir dille ve sırtını yasladığı sözde erdemleriyle koyu bir zehri zerk etmeye devam ediyor. Bir tarafta namuslular, diğer tarafta hırsızlar; hepsi birden kendisine gazeteci diyor. Sözüm elbette ki bu kirli düzende temiz kalabilenlere değil. Onlar, bu topluma kendilerini bir türlü gazeteci olarak kabul ettirememiş gerçek gazeteciler. 

Bir Youtube kanalında Suriye meselesinde sözlerine güvendiğim bir ismin vahim açıklamalarına kulak kabartıyorum. Irkçılık dolu bu sözleri dinlerken ‘dilin bir kez daha kemiğinin olmadığının’ farkına varıyorum. Kendisinin sosyalist olduğunu defalarca yineleyen bu gazeteci: ‘Yıllardır Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin misafirlik sürelerinin dolduğunu ve ülkeye geri dönmeleri gerektiğini’ ifade ediyor. Bunu söyleyen sosyalist, bir ‘İyi Partili’ olsa gerek. Bu sözlerin hemen ardından gelen ‘Suriyelilerin pek çoğunun cihatçı olduğunu’ iddia eden ifadeleri, öfkeyle cihazı kapatmama yetiyor. Suriyeli göçmenlerin cihatçı olduğuna ilişkin elinde hiçbir veri olmamasına rağmen, bizzat ülkemizi yöneten barbarların çıkardığı savaştan ötürü ülkemize sığınan insanların çoğunu terörist olarak nitelendiriliyor (sözde gazetecimiz)1. Güzel; sosyalizm maskesini takarak her türlü ırkçılığın yapılabileceğini bu şekilde öğrenmiş oluyoruz. Tüm bu çirkin dilinize bir de ‘devrimciyim’ ibaresini eklerseniz muhtemelen ‘sütten çıkma ak kaşık’ olursunuz. Devletin istatistik tekeline ulaşabilme imkânı olmayan bir gazetecinin savaştan kaçan tüm insanları korkunç bir zan altında bırakması, Türkiye’deki faşist grupların ekmeğine yağ sürmektir. Zaten Türkiye’deki göçmenlerin çoğu Suriye kökenli değil. Ayrıca Türkiye’de bu insanlar için şaraptan şelalelerin aktığı bir cennet değil. ‘Beğenmiyorlarsa ülkelerine dönsün’ diyebilirsiniz. Öyleyse benzer bir dil yurt dışındaki Türklere karşı kullanıldığında şikâyet etmek yok! Kemal Okuyan’ın TKP’nin Ankara mitinginde söylediği gibi: ‘Sen milliyetçilik yaparsan kardeşim, karşı tarafın milliyetçiliğini (ırkçılığını) beslersin’. 

Türkiye’de yaşayan bir göçmen ya da mülteci tahayyül edemeyeceğimiz koşullarda yaşam savaşı vermektedir. Bu insanlar, hasta olmaktan korkarak ve belgesiz bir biçimde kölelik koşullarında çalıştırılmaktadır. Zaten, medeni ve yüce Batımız bölgesel savaşları ve ekonomik krizleri çoktan fırsata dönüşürmüş durumda. Sözde mültecilerden çok rahatsız olanlar, mültecilerin etinden, derisinden ve kanından beslenmektedir. Nedense televizyonlarda ve başımızın yeni belası ‘yeni medyada’ boy gösteren gazeteciler, mazlum insanları iliklerine kadar sömüren vahşi patronları bir kez olsun dillerine dolamıyor. Aynı patronlar iliklerine kadar da bizim insanımızı sömürüyor. Demek ki Suriyeli, Pakistanlı, Afgan, Bangladeş, Gana ve Nijeryalı bir işçiyle, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir işçi aynı sınıfta ve aynı safta yer alıyor. İnsanların eğitimsiz olması ya da kültürel olarak toplumla uyum sağlayamamaları çaresizliğe terk edilmiş bu insanların sorunu değil. Hepimizin sorunu; en başta da devletin sorunu! Hastaneye gidemeyen ve bir gün bile nitelikli eğitim imkânına kavuşamayan insanlardan toplumunuza uyum sağlamasını bekliyorsunuz.

Hüseyin 31 yaşında ve ülkesi Pakistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış bir göçmen. Sosyalist gazetecimize göre Hüseyin katıksız bir cihatçı olabilir. Oysa Hüseyin’in sözleri gayet insani ve hepimizin ortak sorunlarına işaret ediyor. "Hastaneye gidemiyorum. Çünkü hiçbir kaydım, hiçbir belgem yok. Allah'a şükür şimdiye kadar öyle büyük bir rahatsızlık geçirmedim. Sadece bir kere film çektirmem lazımdı. O zaman da bir hastaneye 900 TL vermek zorunda kaldım. Hastalanmayayım diye dua ediyorum."2 Hüseyin’e belge vermiyorlar. Çünkü, Hüseyin’i köle emeği olarak kullanmak yerli ve milli sermaye sınıfımızın işine geliyor. Hüseyin ve milyonlarca Türkiyeli emekçi belki de dünyanın en zengin ülkesinde en kötü şartlarda ölümle burun buruna yaşamaya zorlanıyor. Ülkenizin zengin bir ülke olmadığına inanıyorsanız, Veyis Ateş ve Hadi Özışık gibi şahısların iç ettikleri paralara bakın. Onların lüks yaşamına harcanan her para, sizin çocuklarınızın çalınan geleceği. Buna rağmen faturayı Suriyeli mültecilere kesecekseniz, en acilinden vicdanınızla yüzleşmeniz gerekiyor demektir. Veyis ve Hadi sadece suyun yüzüne vuran müsilaj demetleri. Derinlerde Türkiye halkının alın teriyle yarattığı değerler yağma ediliyor. Bu rakamları öğrenseydik muhtemelen sadece dudaklarımız uçuklamazdı. 

Dünyanın her yerinde öfke birikiyor! Sermaye sınıfı, biriken bu öfkenin farkında ve ellerinin altında kullanabilecekleri ve tecrübe sahibi oldukları silahlar var. Tıpkı II. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi bize benzemeyen, bizim gibi davranmayan ve toplumun temellerini dinamitleyen sabotajcılara inanmamızı istiyorlar. Bunu bir faşist söylediğinde propaganda etkisi sınırlı oluyor. Ancak bu yalanı ‘sosyalizm’ maskesi takmış bir ajana söylettiğinizde toplumu ‘sabotajcı göçmen’ imgesine rahatlıkla inandırabiliyorsunuz. Peki, dünya halklarına gerçek sabotajı kimler yapıyor? Emperyalist bir ülke olarak İngiltere. Evet, hepinizin gitmeyi istediğiniz o refah ve demokrasi beşiği ada ülkesi, gerçekte yoksul ülkelerin kanını emen bir vampir. ‘Britanya yoksul ülkelerin doktorlarını ve hemşirelerini avlayan bir parazittir’. Patrick Cockburn, attığı bu başlıkla İngiliz sermayesini can evinden vurmuş gibi görünüyor. Cockburn yazısında, İngiltere’nin yoksul ülkelerden doktor ve hemşire getirterek bu ülkeleri tükettiğini söylüyor. Tıp eğitiminin maliyetleri düşünüldüğünde, sermaye için en faydalı yöntemin ülke dışından doktor ve hemşire getirmek olduğuna karar vermişler. Ülke içerisinde yapılacak yüksek düzeyli eğitim yatırımlarına göre bu yöntem sayesinde İngiltere milyarlarca Sterlin kazanmış oluyor. Peki, böyle bir tabloda kim kaybediyor? Bin bir zahmet ve emekle doktor yetiştiren fakir ülkeler adeta can çekişiyor. Bu yüzden koronavirüs salgını bitse bile yeni salgınlara hazır olmanın zamanı. Zira, bu ülkelerin yetersiz kalan sağlık sistemleri insanlarını tedavi etmekten çok uzak. BioNTech’in kurucusu Uğur Şahin’in patent açıklaması tüm bu bilgiler ışığında daha bir anlamlı hale geliyor. Sağlık sistemleri tamamen çökertilen ülkelerin patent kaldırılsa bile aşı üretemeyeceğine inanıyor Uğur Şahin. Tabii gerçeği bu yolla söylemeyi asla tercih etmiyor. Oysa gerçekler daha büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor.

Örneğin 20 milyon insanın günde 1,25 dolardan (yaklaşık 10 TL) daha az bir gelirle aşırı yoksulluk içinde yaşadığı Kenya, BK'ye göç eden her doktor için 518 bin ve her hemşire için 339 bin dolar (yaklaşık 4,5 ve 3 milyon TL) kaybediyor. Britanya sıtmayla mücadele etmek ve bebek ölümlerini azaltmak için Gana'ya önemli miktarda yardım sağlıyor fakat Britanya'nın eğitimini Gana'da tamamlamış 293 doktor istihdam ederek tasarruf ettiği 65 milyon sterlin (yaklaşık 785 milyon TL) bu miktarı aşıyor, üstüne burada çalışan 1 bin 21 Ganalı hemşire sayesinde de 38 milyon sterlin (yaklaşık 460 milyon TL) tasarruf ediyor.3

Öyleyse bu yazıdaki ilk sonuca ulaşabiliriz. 1- Bugünün sermayesi, mültecilerin/göçmenlerin köle emeğine muhtaçtır. Mülteciler ise sadece sömürü için değerlendirilmiyor. Lütfen buradaki sömürünün şeklini geniş düşünün. Bir doktorun, mühendisin zihin emeği de aynı biçimde sömürülüyor ve bunun sonuçları nitelikli/kalifiye insanlarını kaybeden ülkeler için çok ağır. “Bu herkes için kötü bir haber. Kovid-19 kadar bulaşıcı bir hastalıkla uğraşırken, herkes güvende olana kadar kimsenin güvende olmadığını söylemek bir klişe haline geldi. Buradaki ana fikir, zengin ülkeleri aşı tedarikini tekelleştirmekten caydırmak ve daha yoksul olanları nüfuslarını aşılamaya yetecek kadar aşı almasını sağlamaktır. Fakat bu söz, tahsilini tamamlamış yeterli sayıda doktor ve hemşire ihtiyacını başkalarının sırtından sağlayan zengin ülkeler için de geçerlidir. Fakirlerden zenginlere yapılan bu gizli sübvansiyon, yoksul ülkelerin Kovid-19'un dünyanın geri kalanına saldırıyı yenilemek için varyantlar geliştirebileceği kaleler haline geleceği anlamına geliyor.” Varyant kaleleri, temiz su kaynaklarına ulaşamayanlar ve gıda krizinin ortasında açlık çekenler; dünyanın bir bölümü zaten her gün kıyameti yaşıyor. Bu ortamı emperyalistler yarattı ve yine milyarlarca insanı birbirine düşürerek sömürülerine devam etmek istiyorlar. Tıpkı, geçmişte ‘Yahudilere’ yaptıkları gibi. Sonuç (2) Anti-semitizmin yerini mülteci/göçmen düşmanlığı almaktadır ve bu milliyetçiler açısından çok kullanışlı bir araç olarak görülüyor. Göç ettikleri ülkelerin dilini dahi konuşamayan insanları yargılamak ve onları suçlamak zor olmasa gerek. 

Yazının sonuna adım adım gelirken, şu önemli hatırlatmayı yapmak isterim. Türkiye’den yurt dışına göçen insanlarımızın pek çoğu gittikleri ülkelerin mültecileriyle kendilerini bir görmüyor. ‘Ben, çok önemli bir iş yapıyorum ve bir şirketin sponsorluğunda bu ülkeye geldim’ eğer böyle düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Çünkü, hâlâ o ülkede yaşayan iflah olmaz bir göçmensiniz ve ülkede ani bir sarsıntı olduğunda gemiden ilk önce atılacak olanlar içerisinde birinci sıradasınız. Bu yüzden kaderinizin işçi sınıfının kaderiyle ortak olduğunu öğrenmek zorundasınız. Öğrenmemekte ısrarcıysanız, çok uzun bir zaman diliminde değil yakında ağır bir biçimde bunu öğreneceksiniz. Zira emperyalistlerin insanlığı sürüklediği yer, çok aydınlık görünmüyor. Endüstriyel üretimin doğa üzerindeki tahribatı katlanarak artacak. Zengin ülkeler, fakir ülkelerin insan kaynağını sömürmeye devam edecek ve bunu yapabilmek için o ülkelerdeki vahşet ateşini durmadan harlayacaklar. Neticede, iklim ve gıda krizi katlanarak artacak. Bu krizlere yukarıdaki örnekte de gördüğünüz gibi sağlık krizi de eklenecek. Tüm bunların sorumlusu olarak sizinle aynı atölyede çok daha kötü koşullarda çalışan insanları görmekte ısrar ederseniz eğer, kendi idam sehpanıza yine bizzat kendiniz tekme vurmuş olacaksınız. 

  • 1. Bir ülkede uzun yıllar ikamet eden insanlar için misafir nitelendirilmesi kullanılamaz. Bu insanlar artık ülkenin bir parçasıdır. Bu yüzden misafir söylemi, sinsi bir ırkçılığa yol açmaktadır. Bir diğer konu ise cihatçıların varlığı. Tamamen devletin kontrolünde olan bir konunun faturasını bir grup insana, millete ya da inanç grubuna mâl etmek ırkçılığın en çirkin yüzü. Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin yıllarca Cihatçı grupları desteklediği bir gerçek. Meselenin bu yönünü değerlendirmek yerine savaştan kaçan insanları zan altında bırakmak hem en kolay yol hem de Suriye meselesindeki faillerin gizlenmesi açısından en kullanışlı yöntem gibi görünüyor (Y.N).
  • 2. ‘Dünya Mülteci Günü: İstanbul'un ortasında hayatta kalmaya çalışan 'kağıtsızlar' https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57524274 (BBC-Türkçe)
  • 3. ‘Britanya yoksul ülkelerin doktorlarını ve hemşirelerini avlayan bir parazittir’ https://www.indyturk.com/node/374611/yazarlar/britanya-yoksul-%C3%BClke… (Patrick Cockburn/ The Independent- Independent Türkçe için çeviren: Noyan Öztürk)