Öyle kolay değil. Romancının deyimiyle “İnkılâp denen şey öyle bir günde olmuyor.”

İnkılâp denen şey…

Her mahalleye cami demişti değil mi bir zat-ı muhterem? Takıldım işte, herkesin evceğizinin maksimum yarım kilometre, bilemediniz 300-400 metre uzağına cami yapacakmış. Hakkıdır, yapsın, hatta her eve bir cami hizmeti verilecek şekilde şehir planlanabilir, yeniden kurulabilir, bozulabilir, inşa edilebilir. Zamanın ruhudur bu kendini söyletir. Bir zamanlar Anadolu’da başka tür bir dünyanın mümkün olma ihtimalinin fevkaladeliğinin henüz aralanan ışıklı kapısından Şahin Efendiler de girebilir. Dünden girer, bugünden çıkabilir. Mümkündür, ihtimaldir, heyecan vericidir. Neredeyse yüzyıl önceki bir romandan söz etmek istiyorum ben: “Yeşil Gece”… Bugüne seslenen, bugünün “cami” ifşaatının kodlarını içinde saklayan, bugünün memleket ve edebiyat iklimi düşünüldüğünde son derece güncel ve cesur olan bir roman Reşat Nuri’nin “Yeşil Gece”si…

Öncelikle romandaki yüz yıl önce medreseden yetişmiş softa tipini müthiş bir şekilde tasvir etmesiyle başlayalım yazıya. Şahin Efendi, Maarif Müdürü ile tartışırken şöyle der:

“Müdür Efendi, ben medreseden yetişmiş softayı bilirim. Softa, gölge gibidir. Korkup kaçarsan peşini bırakmaz. Fakat cesaretle üstüne yürürsen alabildiğine kaçar. Otuz Bir Mart, önümüzdeki en iyi misaldir… Fırka, softa irticaına karşı şiddet göstermekte haksız mıydı? Softaya karşı zalim ve haksız olalım demiyorum. Fakat onun olur olmaz arzularına baş eğmek de zamanın politikasına hiç muvafık değildir sanırım.” (Güntekin, 1995: 113)

Hoop Fransa’ya uçalım…

Tatlı bir çıkarım, hoş bir rastlaşma olarak Dreyfus Davası’nda adeta “aydın mısın?” sorusunun çerçevesini belirlemiş bir Zola’nın davanın yakıcılığı ve heyecanını yansıttığı “Gerçek” romanına benzerliği sorulmuş Reşat Nuri’ye. Çünkü muazzam bir dava var. 31 Mart’ın ertesinde yumuşak karın olarak görülen laik ilkokulun Fransızca ve matematik muallimi Nihat Efendi üzerinden yaşatılan bir kapışma bu. Kelâmi Baba türbesinin Nihat Efendi tarafından yakıldığını iddia eden softalar, Nihat Efendi’yi gerekçe yaparak laik ve devrimci yurtseverlerin üzerinde ter ter tepinmek, onları çiğ çiğ yemek, Sarıova’dan katrana bulayarak sürmek isterler. 1911’ler roman zamanı. Oradan yine Fransa’ya geçelim, Dreyfus Davası’na 1894’e…

Bakınız ne demiş Reşat Nuri, pek de severmiş Zola’yı. Sevdiği yazarların bütün yapıtlarını okumak, dibine ermek gibi bir adeti de varmış üstelik:

“Dreyfus davasına fiilen karışmış olan Zola, o vakit Fransa’ nın altını üstüne getirmiş olan bu davanın heyecanı içinde bir nevi idealist polemik romanı yazmıştır. Ben Yeşil Gece’ de sadece itikadını, onunla beraberde ebedi hayat ümidini, uzun ve acı savaşlardan sonra kaybeden, kendi ölümlülüğüne milletin ölümsüzlüğü fikrinde bir teselli arayan bir insanın romanını yazmak istiyordum. Atatürk inkılâbı ve laik öğretim zamanına rastladı. Bu da uyandırdığı heyecan bakımından, kendi Dreyfus meselemiz gibi bir şeydi. Aynı zamanda mektep hocasıydım. Karanlık bir taassup ve hoşgörüsüzlük muhitinde, her şey olduğu gibi kendi halinde dururken bir kanun ile tedrisatın nasıl yapılacağına akıl erdiremedim. ‘Ya o demirden fakat aynı zamanda da hepimizin biçare etinden kemiğinden elin baskısı bir gün ortadan kalkarsa’ diye düşündüm. İnkılâp için dua eden, nutuk söyleyen çehrelerden birçoklarının mazlum, tatlı maskeleri arkasından çıkacak maskeleri düşündüm. O heyecan beni bir çeşit polemik romanı yazmaya, daha doğrusu romanımı o tarafa sürüklemeye sevk etti”

Öyle kolay değil. Romancının deyimiyle “İnkılâp denen şey öyle bir günde olmuyor.” “Yeşil Gece”ye şöyle karşıdan, mesafeden, akademiden doğru bakalım:

Reşat Nuri Güntekin’in 1928 yılında basılan “Yeşil Gece” inkılâpçı öğretmen Şahin Efendi’nin softa yatağı olarak bilinen Burdur’un Sarıova kasabasına medrese eğitimine karşı yeni eğitimi yaygınlaştırmak amacıyla gönüllü gitmesiyle başlar. Olay 1908 II. Meşrutiyet sonrası geçer ancak Şahin Efendi’nin geriye dönüşleriyle çocukluğu, aldığı medrese eğitimi, inancıyla yaşadığı sorunlar, dini sorgulaması, inanç bunalımı aşamalarıyla şimdiki roman zamanına ulaşır. Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması ertesinde kurgulanmış ve kaleme alınmış “Yeşil Gece” toplumun ilerleyebilmesi ve devrimlerin tam olarak yerleşebilmesi için laik eğitimin önemine vurgu yapar. Zihniyet değişikliği olabilmesi ve kazanımların yerleşebilmesi için her şeyden önce zorluklara karşı sabır, irade ve akıl ile mücadeleden vazgeçmeyecek bir öğretmenler ordusuna gereksinimin altını çizer. Erken Cumhuriyet Dönemi’nin siyasi atmosferi ve devrimlerin dönüp dolaşıp yakıcı bir ihtiyaç olarak kendini hissettiren ve edebiyatçıların da üzerinde durduğu eksiklik “kadro” problemidir. Medreseden yeşil ordunun bir neferi olarak yetiştirilen yeşil sarıklı Şahin Efendi’nin meşrutiyet koşullarında laik ve cumhuriyetçi bir aydına dönüşümü Güntekin’in roman kurgusu içinde son derece gerçekçi bir pencereden anlatılıyor.

“Meşrutiyetin ikinci senesiydi. Yalnız idare değiştirmekle bir memleketin kurtarılamayacağı anlaşılmıştı. Gazeteler “Muallim ordusu” tabirini sık sık kullanmaya başlıyorlardı. Bu ordurun harbiyesi sayılan Darülmaullimine rağbet ziyadeydi. (…) 31 Mart’tan sonra İstanbul’da birdenbire miskinleşen softalar, burada (Sarıova’da) meydan kahvelerinde, medrese önlerinde, çarşı sokaklarında azgın oğul arıları gibi kaynaşıyorlardı.” (Güntekin, 1995: 49)

Şahin Efendi’nin inancı “uzun bir can çekişmeden sonra yağı tükenmiş bir kandilin alevi gibi sönüp gider.” Ardından, yaman bir örgütçü, korkusuz eylemci, meşrutiyet zamanı ikirciksiz bir cumhuriyetçi öğretmen ve isimsiz bir nefer olarak softa ve yobaz yatağı Sarıova’da yeni kuşağı yetiştirmeye çalışır. Ancak arı kovanına çomak sokmuş gibidir. Biri vardır: Eyüp Hoca. Her kılığa giren, ancak çıkarı gereği o zaman için gizli başsofta olarak her taşın altından çıkan zürriyeti kuruyacası Eyüp Efendi.

“Şahin Efendi, Sarıova’ya geldikten birkaç ay sonra yeni bir şey keşfetmişti. İlk geldiği gün Maarif Mürüdürün odasında tanıdığı kuru, kılıksız softayı bazen mutasarrıfın arabasında, bazen fırka kâtip-i mesulünün yanında, bazen belediye dairesinde görüyordu. Sonra bütün medreselere, tekkelere, eşraf evlerine girip çıkıyordu. Onu her yerde aynı ehemmiyetle karşılıyorlardı. Şahin Efendi kılıksız softanın kasabanın en korkuç gizli kuvvetlerinden biri olduğunu derhal hissetti.”

Ah bu bir türlü bitmeyen kesim. Zombiler gibi ölüp ölüp diriliyorlar. Ama Reşat Nuri de kahramanı da nikbindir. Şahin Efendi, umutsuz değildir, inatçıdır, hacıyatmaz gibi tam kaybetti artık son, öldü bitti dedikçe küllerinden yeniden doğar. Kasabadaki müttefik arayışında örgütlediği halk adamı Komiser Kâzım’ın Nihat Bey’i ölümü göze alarak softaların linçinden kurtarması sonrasında şöyle düşünür Şahin Efendi:

“Yüreğimizin acısı bizi bazen haksız ve bedbin yapıyor, softalığın milleti baştanbaşa çürüttüğünü, söylüyoruz, fakat hastalık, sandığımız kadar derin ve geniş değil… Softalar okuryazar takımını ve kendi ordularına aldıkları bir kısım çocuklarımızı berbat ettiler… Fakat işi, gücü, çoluğu, hâsılı, kendi dünya gailesiyle meşgul asıl halk üzerinde derin tesirleri olmadı… “Asırların yaptığı bir zihniyeti yıkmak ve yenisini yapak için yine asırlar lazım” diyenlere pek hak vermemeli. Milletin asıl büyük bir kısmı bu Komiser Kâzım Efendiye benziyor. Onları yataklarında sayıklatıp terleten kâbuslarından uyandırmak için müşfik bir elle hafifçe silkeleyip sarsmak kâfidir. Günışığı, dünya ışığı gözbebeklerine değdiği gibi gönülleri, beyinleri de çabucak aydınlanıyor. Bu memleketin halkı hiçbir zaman –görünüşe aldanarak zannettiğimiz gibi-tam mutaassıp, tam hurafe ve İsrailiyat hastası olmadı. Softanın pençesinden kendini hiçbir zaman kurtaramamakla beraber softaya karşı daima emniyetsizlik ve nefret gösterdi. Güya türbe kandilleri sönerse gönüller asırlarca karanlık kalırmış… Teslim ederim, türbe kandilleri sönerse karanlık basar. Fakat zannettikleri gibi asırlarca değil. O gecenin sabahına kadar… Sabah güneşiyle beraber gözler, gönüller yeniden aydınlanır. Eski vehimler, korkular, hastalık gecelerinin rüyaları gibi bir bulanık hatıradan ibaret kalır. (…) Demek ki istidatlı bir milletin çocuklarına “Doğru”yu buldurmak için onları mutlaka yüksel ilim ve muhakeme yollarından geçirmek şart değil. İyi bir rehber, basit fakat müspet bir iptidai tahsiliyle de onu hak ve hakikati görecek hâle getirebilir, zamanın adamı yapar.” (84)

Yalçın Küçük, Reşat Nuri’nin tüm iyimserliğine karşın “Yeşil Gece” için 1920 devrimine karşı duyulan umutsuzluğun edebiyat alanındaki ilk büyük habercisi, Cumhuriyet Dönemi aydınının, Kemalist kadroları ve devrimcileri ilk ikaz edişinin romanıdır der. (Küçük, 2004: 171)

Sonuç mu, şöyle, basımından neredeyse yüz yıl sonra Şahin Efendi muhtemelen hâlâ nereye gideceğine tam karar vermiş değil. İlham nereden gelecek? Yeni inkılâba nasıl gidilecek gibi büyük sorular dönenip durmakta. Şöyle bitmiş oysa 1928’de yazıldığında:

“Yol burada dörde ayrılıyordu. Sarıova'dan çıkarken nereye gideceğini kararlaştırmamıştı. Karanlıktan bir ilham bekler gibi uzun uzun ileriye baktı. Nihayet: "Şu ortadakini tutarsam beni zaferin ve inkılâbın doğduğu yere götürür. Orada derdimi nasıl olsa anlatırım." dedi. Bu ümit, ona bütün neşesini ve bedbinliğini iade etti. Bohçasını, kitaplarını testisini tekrar elini aldı. Şimalden esmeye başlayan serin rüzgâra karşı pardesüsünün yakasını kaldırarak yola düştü.”  (Güntekin, 1995: 223)

Yeni şimalleri, bir zamanlar oralardan esen rüzgârları ve memleketimizde tutturacağımız yolları tartışmanın yüz yıl sonra tam da zamanıdır.

Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece, İnkılap, 1995, İstanbul.
Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat, İthaki, 2004, İstanbul.