Geleceğin parlak çocukları olarak yetiştirilen ve bedenleri Roma kültürüyle yıkanan burjuva çocukları, dünyayı gözünü kırpmadan yakacak durumdalar.

İngiltere’nin Romalı yöneticileri

Ülkenin resmi adı: ‘Birleşik Krallık’. Kimileri tarafından alaya alınsa da İskoç ve İrlandalı devrimciler bu resmi adı kullanmamayı bir erdem eşiği olarak belirlemiş. Bu eşiği geçen ve düzenle uyum sağlayanlar aşağılık imparatorluk sevicileri ve çürümüş insanlardır. Ada hakkında konuşan bir İrlandalının ya da diğer ada uluslarına mensup birinin sık sık İngiltere (England) ifadesini kullanması aslında politik bir konumlanışı ifade ediyor olabilir. İki halkın bağımsızlık mücadelesi on yıllık bir hadise değil. İskoçların ve İrlandalıların güçlü komşularına ve onların acımasız krallarına karşı verdikleri mücadele destansı bir geçmişe sahiptir. Cesur yürek, İskoçların kahramanı William Wallace ve Robert the Bruce gibi vatansever liderlerin hikâyesini okumak ve izlemek hangimizi heyecanlandırmamıştır?1 Artık yeni gelen jenerasyonlar ve burjuva ideolojisiyle büyütülmüş burjuva çocuklarını (jenerasyonu farketmeksizin) bu fedakarlık öyküleri heyecanlandırmıyor gibi görünüyor.

Ülkenin resmi adını kullanmak bir ayrıcalık gibi dayatılıyor ya da entelektüel jargonumuza haz katan bir nesne objesi olmaya devam ediyor. Devrimciliği iğdiş edilmiş genç kuşaklar, kendilerini zorbalarla daha fazla ilişkilendiriyor. Bu psikanalizin konusu olabilir, ancak bir çocuğun kendisini hangi kahramanla özdeşleştirdiği geleceğine ciddi bir biçimde şekil verebilir. Kısacası savaş meydanında, William Wallace olmayı mı yoksa I. Edward olmayı mı tercih edersiniz? Bu çocukça gibi görünen tercihi asla yabana atmayın. Uzun lafın kısası, devrimci eğer hâlâ devrimciyse Birleşik Krallık denen garabetle işi olmaz. Kimilerine göre iktidar iddia edildiği gibi dilde başlıyorsa eğer, dilimize çeki düzen vereceğiz. Yoksa elitist bir entelektüel çabaya dönüşen sosyalist cumhuriyetçiliğinizin kimseye hayrı olmaz...

Anlaşılan o ki toga giyen Briton yöneticiler kendilerini medeniyet denen kültürle gerçek anlamda kenetleyebilmişti. Tarihçi Gaius Cornelius Tacitus’un onları zavallı köleler olarak gördüğünü iyi biliyoruz. Bir güç kendi kültürünü başka bir kültüre dayatıyor ve bunda başarılı oluyorsa hızla karakter aşınması yaratır. Britonlar, Romalı mı yoksa Briton mu? 

Dünya felakete sürükleniyor diyorlar, bunun tarihi ve felsefi bir ardalanı olduğunu hatırlatmak için oynatıyorum kalemimi. İngiltere’nin art arda gelen başbakanlarının aldıkları eğitimi ciddi bir biçimde sorgulamak zorundayız. Eğitim denen kıyma makinesinin artık tamamen kast sistemiyle uyumlu hale geldiğini kavramalıyız. Geleceğin parlak çocukları olarak yetiştirilen ve bedenleri Roma kültürüyle yıkanan burjuva çocukları, dünyayı gözünü kırpmadan yakacak durumdalar. Narsizm hastalığından mustarip bu dev Gargantuaların tek tedavisi giyotin olabilir. Ayrıca insanlık için bir yol daha var; hep birlikte bu şımarık Gargantuaların dev penislerini çıkararak insanlığı sidiklerinde boğması... Buna izin verecek miyiz, vermeyecek miyiz? Geleceğin yöneticileri olarak yetişen bu parlak çocuklar, fakir sıra arkadaşlarına tiksinerek ve dişlerini sıkarak katlandıklarını göstermişlerdi. Neyse ki artık dönüşüm süreci tamamlandı ve Romayı yönetecek olan siyasi elitlerin çocukları, fakirlerle aynı sırayı paylaşmıyorlar. Bir saplantının ve küresel bir yıkıma doğru sürüklenen insanlığın ayak izlerini takip ediyoruz...

Boris Johnson, 2006 yılında yazdığı bir kitapla Tory Parti’nin politik manifestosunu topluma deklare ediyordu. “Çıldırmış bu adam!” diyenlerin sesi çok azdı. Kişiler çıldırabilir ve insanlar toplumsal düzenin onlara sundukları karşısında delirmeye yatkındır. Bu yüzden Roma, imparatorluk olduğu andan itiberen deliler tarafından yönetilmeye başlanmıştır. ‘The Dream Of Rome’ (Roma Rüyası), AB’nin Avrupa’yı birleştirmekte başarısız olduğunu öne sürüyor ve çözümü Roma’da aramak gerektiğini iddia ediyor. 

Ayrıca Roma güçlü olacaksa düşmanı Kartaca’ya karşı birleşmek zorunda (yeni savaşın ideolojik motivasyonu). Durum aslında göründüğünden daha vahim. Türkiye’de Osmanlı rüyası gören liyakatsiz ve cahil yöneticilerden şikâyet eden Avrupa müptelası entelektüel teröristlerin düşündüğünden de daha vahim. Avrupa’nın yüksek eğitimli ve liyakatli liderleri, Roma rüyası görmekte. Yazının bu  bölümünde Johnson’a odaklanacak olsam da bu durumu onunla sınırlamamak zorundayız. Tory parti liderliği, Roma idealine sıkı sıkıya tutunmuş görünüyor. Liz Truss ve Rishi Sunak bu rüyayı sürdürmeye devam ediyorlar. Tüm dünyanın aptallığı üzerinde ortaklaştığı Boris Johnson, hiç sanıldığı kadar aptal değil. Politik bir manifesto yazmak ve Sezarcı partiyi arkanızdan sürüklemek yenilir yutulur bir iş değil. Kişilere odaklı günümüz dünyası aslında çirkin bir Roma kültürü. Esas meseleleri konuşmak yerine seks partilerini ve asla ulaşamayacağımız kişilerin rüya gibi hayatlarını konuşarak biz Tribune’de oturanlar geleceğimizi yitirdiğimizin farkında değiliz...

Öğreniyoruz ki Boris Johnson kendisini Gaius Julius Caesar Octavianus yani Augustus, sanıyormuş. Kralın olduğu bir ülkede kendisini imparator sanan bir başbakan. Krallığı sırtından atamamış bir halkın karşı karşıya olduğu trajik bir ironi. Tüm bir İngiliz yönetici elitinin bu acınası haline baktığımda, adanın eğitim sistemi hakkındaki endişelerim katlanarak artıyor. Okula gönderdiğimiz çocuklar gerçek bir Romalı olarak mı yetiştiriliyor? Tarihçiler buna Romalılaştırma diyor. Çocuklarımızın hayallerini sapık imparatorlar mı dolduruyor? Ve çocuklarımız tüm bu kast sistemini doğal bir gereklilik olarak mı kavrıyor?

Dünyanın büyük bir bölümü açlık ve yoksulukla yüz yüze, çünkü onlar medeni olmayan bir dili konuşan barbarlar ve Roma tarafından uygarlaştırılmayı bekliyorlar. İşte Türkiye’den katbekat iyi eğitim sistemlerinin hali.

Tarihin izini sürmeye devam edelim. Sezar, epilepsi hastası bir adamdı ve hastalığının ebedi diktatör oluşuna engel olup olmadığını tam kestiremiyoruz. Cumhuriyet’i yıkmak için böyle bir deliye ihtiyaç duyulmuş olabilir. Koşulları göz önüne aldığımızda tüm varlığıyla çürümüş bir Roma Cumhuriyeti’nin yıkılması gerekiyordu. İmparatorluk Roma’nın ömrünü uzatmakla kalmadı, insanlığa bugüne dek uzanan korkunç bir miras bıraktı. Augustus, kendisine yakıştırılan o devasa sıfatların aksine cesur bir imparator değildi. O, büyük komutanı Marcus Vipsanius Agrippa, sayesinde iktidara tutunmuş bir fırsatçı ve açgözlüydü. Roma’da artık erdem, bir şakadan ibaretti. Sezar’ın güçlü komutanı Marcus Antonius ile karşılaşan ve onu mağlup eden kişi Agrippa idi. Zaferin tüm nimetlerinden Augustus faydalandı. Roma, ilk yurttaş imparatorunun ardından kanlı iktidarlar dönemine kapı araladı. Artık varisler arasında en kurnaz ve en çılgın olanlar defne yapraklı taca erişebiliyordu. Augustus sonrasında imparator olan Tiberius Caesar Augustus (Ceasar ve Augustus artık imparatorluk unvanıdır), sözde muhafazakar üvey babasının aksine Roma’da bile yaşamaktan korkan bir paranoyağa ve zevk düşkününe dönüşecekti. Yönetimi boyunca cumhuriyetin geri geleceği hayalini zihinlerden tamamen silecekti. Türkiye için buradan bir çıkarımda bulunabiliriz. Burjuva cumhuriyeti çoktan ölmüş ve onu geri getirmek beyhude bir çabadır. Fabrika ayarlarına dönmek içi boş bir hülyadan başka bir şey değildir. Brutus ve Cicero gibi senatörler bunu idrak edemedikleri için can vermişlerdir. Öyleyse yeni bir cumhuriyet ancak geçmiştekini tamamıyla aşarak kurulabilir. Yani iktidarı ele geçirenler burjuvaziye değil işçi sınıfına dayanmak zorundadır...

İşte İngiltere’de çocuklarınızın kendilerine kahraman olarak seçmeleri istenen o güçlü ve sarsılmaz imparatorlar. Rezillikte ve delilikte tüm suçları tıpkı bir paratoner gibi Caligula’nın üzerine çekmesi, popüler kültürün rezilce bir çarpıtması. Oysa imparatorların çoğunun ondan kalır yanı yoktu. Tiberius, iktidardan düşer düşmez insanlar kutlama yapmıştı. Şimdi, elimizde 10 numaralı konutunun içinde fır dönen, nur topu gibi bir Augustus bulunmaktadır. Onun gibi imar projeleri yapmak ve Roma’yı mermerden bir kente dönüştürmek istemiştir. Maalesef ömrü bu çılgın projeleri gerçekleştirmeye yetmemiştir... 

Türkiye’de insanlar çocuklarını okula göndermekten korkar oldular. Haklı bir korku ama tali nedenlere odaklanan bir korku. Korkumuzun esas dayanağı zengin çocukları ve bizim çocuklarımız arasında yaşanan ayrışma olmalı. Eğitimdeki kastlaşma, insanlığın geleceğini Birleşik Krallık denen ucubeye teslim ediyor olabilir. İyi birer Romalı yurttaş ya da köle olmaya karşı güçlü bir ayaklanma başlatmak zorundayız. Mesele sadece kaç yaşında emekli olacağımız değil. Dünyaya getirdiğimiz masum bedenlere ve zihinlere nasıl bir gelecek bırakacağımız. İngiltere’nin yöneticilerine baktığımda çocuğum olsaydı eğer, onun gelecekte büyük bir bir mutlulukla Oxford’u kazandığını söylediği gün büyük bir yas ateşi yakabilirdim. Burada mesele benim çocuğumu kişisel olarak nasıl yetiştirdiğim meselesi değil. Eğitim kolektif bir organizasyon ve bu organizasyonun karşısında tek tek bizlerin güçlü durması ya da alternatif ideolojilerle yaklaşması mutlak bir başarı getirmeyecek...

Neden eğitim sistemiyle sert bir biçimde kavga ediyorum? Roma İmparatorluğu’nu uzun süre ayakta tutan şey kültürünü ve siyasi geleneklerini başka kültürlere kabul ettirebilmesiydi. Bu sayede kara derili Septimius Severus imparator olabilmişti. Roma’nın insanların ten rengiyle ya da kişisel tanrılarıyla bir kavgası yoktu. Dilini, eğitimini ve siyasi geleneklerini benimseyen herkes Roma yurttaşı olabilirdi. İşte Roma mucizesi. Boris Johnson’u cezbeden büyük mucize.

İmparator Septimius Severus, karısı ve çocuklarıyla birlikte. Ahşap levhaya işlenmiş bu resimde oğlu 11. İmparator Caracalla (sağ önde), imparator olduğu için rakibi olan kardeşinin maktul Geta’nın (solda) yüzünü tarih sayfalarından kazımaya çalışmış.

Peki, bugün İngiltere’nin Septimius Severus’u kim? Rishi Sunak, ten rengi ve yaklaşımlarıyla bu imparatora daha yakın görünüyor. Tabii Sunak’a sormak lazım onun tercihi hangi imparatordan yana olurdu? İşte dünya böylesi ideolojik doktrinlerle eğitimden geçmiş kendini Roma imparatoru sanan burjuva çocuklarının elinde felakete sürükleniyor. İmparatorluk Roması’nda yaşadığımız için de çürük bir kültürün içinde kısacası foseptiğin derinliklerinde debelenip duruyoruz. Acımasız katliamlar, uçan kelle, kol ve bacaklar sömürücü sınıfların tarihi bir felaketi sapkınca geri çağırma ayininden dolayı gerçekleşiyor. Bu kültür insanları tribüne yerleştirerek, bu dev kolezyumda gerçekleşen katliamın tarafı olmaya zorluyor. Her iki taraf da kendi gazetecisini, yazarını ve akademisyenini ve kirli propagandistlerini kullanıyor. Kime sorsan kendi tarafı kesin zafer kazanacak diyor. Bir tarafta asla yenilmeyen ABD diğer tarafta asla yenilmeyen ve stratejik bir dehanın ürünü olan Rusya. Garip bir gazetecilik anlayışı yerleşti Türkiye’de. Biz, batıda yaşamak zorunda olan ve eli kalem tutan yoksullara sürekli ahlâki vaazlar verip parmak sallayan ve kolezyum kültürünün egoizmiyle zehirlenen bir gazetecilik. Roma’nın rezilliklerini biteviye deşifre etmekle yükümlü olduğumuz söylenip duruyor. Şahsen namuslu, tek tarafı işçi sınıfı olan düşünce insanlarının zaten bunu yapmaya çalıştıklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi, bize korkunç bir baskı yapılıyor; hem Avrupa’da hem de Rusya cephesinde. Tarafınızı seçin Roma mı, Kartaca mı? Halbuki biz tarafımızı çoktan Spartaküslerden yana seçmiş durumdayız. Biteviye Avrupa’da yaşayanlara erdem vaazında bulunanlar zahmet olmazsa kendisi de bir imparatorluk heveslisi olanların ve Lenin’i kıyasıya eleştirenlerin ülkesinde yaptıklarını insanlarımıza duyursa güzel olmaz mı? Olmaz! Savaş var. Öyleyse bizler de aynı argümanla kelleyi koltuğa almak yerine ‘ah Roma! Sen ne güzel büyük bir medeniyetsin’ yazıları yazabiliriz...

Yeni imparatorluklar çağında yeni olmayan bir şey var. Asla yıkılmaz, bilmem kaç günde gözüne kestirdiği ülkenin altını üstüne getirir denen imparatorluklar aslında kendi içinden alabildiğine çürümüş durumda. Ağaçtan öyle sesler geliyor ki, sanki yıkıldı yıkılacak. Savaş denen propaganda deliliğini kafanızdan kısa bir anlığına da olsa atın. Ve bu satırları öyle okumaya çalışın. Rus insanının deneyimlerini dinlediğimizde adalet sistemi alabildiğine çürümüş, eşitsizliklerle dolu bir ülke görüyoruz. Anlatılanlar Roma’da yaşayan biz zavallı yurttaşların deneyimleriyle aynı. Hatta filmlere bile yansıyan bir gerçekten söz ediyoruz. Maalesef devletlerden yana taraf tutmuş olan muhteşem gazetecilerden bu gerçekleri okuyamıyoruz. İktidarların rezilliklerini ve suçlarını anlatmak sanki sadece biz Avrupa’da yaşayanların göreviymiş gibi bir ahlak ilkesi belirleniyor. Böyle bir şey yok! İngiltere’nin saflarına geçip borazanlık yapmıyorsak eğer karşıdan da aynı erdemli tutumu bekleriz. Devletlerin saflarında yer alanların gazeteciliklerini, yazarlıklarını ve akademisyenliklerini okurlarımız değerlendirsin. Onlar, bu çürümüş dünyanın vasat birer tribün amigosu. Tüm dünyanın ihtiyacı olan tek bir şey var, imparatorluk rüyası gören tüm bu megalomanları tarihin çöplüğüne süpürmek ve sosyalizmi insanlığın gündemine sokmak.

Roma’nın ya da Kartaca’nın geleceğinin ne olacağı umurumda değil! Her ikisi de geldiği yere, tarihin karanlık dehlizine bir daha geri dönmemek üzere gönderilmelidir! İşte Henry Kissinger’ın yaşadığı korku tam olarak bu ve sınıf arkadaşlarını I. Dünya Savaşı örneğini vererek bu yüzden uyarıyor.

Hatırlayalım, savaşın sonunda herkesin tadını kaçıran büyük bir sosyalist devrim olmuştu. Bu korkuyu Anıl Çınar, Gelenek dergisinde kaleme aldığı makalede güzel bir biçimde özetliyor...

Şiddetin en açık hâli savaştır. İnsanların birbirini boğazladığı, varlık ve yokluğun uğrağında yaşayıp gittiği bir zaman dilimi gerçekten de en “zor” an değil midir? Halbuki savaş meydanında da bir tür “sözleşme” bulunur. Kimse kimseyi daha fazla mermi sıktığı ya da daha acımasız davrandığı için kınamaz. Savaşın hedefi de az çok bellidir. Alternatifiniz ise elinize silah alıp savaşmaktır elbette. Öte yandan, savaş alanındaki asıl şiddet bu amaç anında, kalplerin ve zihinlerin kazanıldığı, açık şiddetin öte yakasında uygulanır. Amaç boşa düştüğünde, moral yıkıntı başladığında eldeki zor yönteminin geri tepmesi, bir yenilginin iktidarı tepetaklak etmesi de bu yüzdendir. Büyük bir savaşın kaybedildiği ancak iktidarın değişmediği örnek dünya tarihinde çok nadir bulunur. İktidar, halkını dış düşmana karşı koruyamamıştır, verdiği sözleri tutamamış, meşruiyetini sıfırlamış ve başka bir alternatife kapı aralamıştır. İşte bu başka alternatifin silikleştirildiği her an yıkıntının kalıcılaşmasını, varlığının toplumsal dokuya işlenerek kalıcı kılınmasını sağlar. Bunu misyon partisi tek başına yapamaz; çünkü misyon partisi bu noktada zaten tükenmiş ve yalnız kalmıştır. Asıl işlev onunla dans eden ve Düzen Partisi’nin bileşenlerini oluşturan diğer unsurlardadır.”2