Bir kaotik sahnedeyiz. Aktörleri tanımlayamaz mı olduk? Bilmece gibi mi? Öyledir. Hep öyle olmuştur. Sadece sınıf anahtarını doğru ve yaratıcı bir biçimde kullanabilen sosyalistlerin, gelişmeleri doğru anlama ve doğru tutum alma, dolayısıyla iktidara oynama şansı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da oyla falan bir ilgisi yok. Kriz sanılandan çok daha büyük çünkü. 

İncelikler ve nobranlıklar

Geçen hafta perşembe ve cuma günleri Berlin'deki “gayriresmi” AB dışişleri bakanları toplantısında birçok şey tartışıldı. Ama özellikle iki konu öncelikliydi: Belarus ve doğalgaz merkezli Türkiye-Yunanistan ihtilafı çok önemliydi, ama fikir ayrılıkları vardı. 

Fikir ayrılığı? 

Ortada fikir ayrılığından çok çıkar ayrılığı var ve biz bu fikir ayrılıklarını, hadi “çeşitli konu başlıklarındaki fikir ayrılıklarını” diyelim, maddi çıkarlarla ilişkilendirmek zorundayız. Sermayenin bazı kesimleri, başka bazı kesimlerinin ayağına basmadan, hatta ezip parçalamadan tepki veremiyor. 

Kapitalizm ve emperyalizm böyle bir şey işte. Ayrılıklar, fikirlerden çok o somut çıkarların çelişmesinden doğuyor. 

AB, dedik. Fikir ayrılığı, dedik. Biri Belarus konusundaydı. Belarus yöneticilerine yönelik yaptırımlar konusunda uzlaşma pek sağlanamadı. İlan edilen sözde kararları bir yana bırakalım. AB içinde, bırakın AB'yi, Almanya gibi tüm kıtayı sürükleyebilen bir gücün içinde bile, bu tür meselelerde yoğun ve giderek de sertleşebilecek fikir ayrılıkları var. Çıkarlar çelişiyor. 

Maddi çıkarlar ayrı olduğu için, kapitalist ekonomilerde gelişmenin dengesizliğinden veya eşitsizliğinden güç alarak, fikirler ve o fikirleri savunmaya çalışan çeşitli siyasi odaklar, her tür teknokrat da farklılaşıyor tabii. 

Sızan haberlerde Belarus'a karşı yaptırımlar uygulanmasında, iki AB üyesinin, Kıbrıs Cumhuriyeti ile Yunanistan'ın arıza çıkardığı söyleniyor. Bu iki devlet de Belarus yaptırımlarına karşı değil, ama Türkiye'ye karşı da yeni yaptırımlar talep ediyorlar.

Berlin'in özellikle Türkiye, kısmen de Belarus konusunda frenleyici rolüne dikkat çekiliyor. 

Zavallı Lefkoşa ve Atina, AB'nin temel ilkeleri falan olduğunu, bunun da her yerde eşit düzeyde uygulanabileceğini düşünecek kadar saf ve çok kirli adamların elinde. Ya da öyle görünüyor ve kamuoyu yaratmaya çalışıyorlar, artık ne demekse... 

Oysa ortada ne öyle bir “değerler silsilesi” var, ne de savunulabilecek “her yer”. 

Çıkarlar farklı, bırakın AB içinde, AB'nin egemen ülkesinde bile çıkarlar sektör sektör farklı, sermayenin çeşitli fraksiyonları arasında farklı. Buradan nasıl tek ses, tek nefes bir karar çıkar? Hele bir virüs nedeniyle tüm kıtada cıvatalar gevşer, yıkım giderek derinleşirken... 

Türkiye ile ilgili olarak, Macron'un yaptırım cabbarlığına karşı Merkel ve Berlin'in frenleyici tutumu, iyi polis-kötü polis ayrımının Türkiye karşısında da uygulamaya girdiğini gösteriyor. Asıl önemlisi, Türkiye sorununda artık eskisi gibi Washington'ın değil, Berlin'in doğrudan devreye girmesi de dikkat çekiyor. Ama iyi polis denilen Angela Merkel ve ekibinin, sert ifadelerle süsledikleri Türkiye karşıtı açıklamalar gözlerden kaçmıyor. Çünkü gözlere sokuluyor. Ne kadar sahici oldukları tartışmalıdır. 

Doğru: Kimse İslamcı Ankara'yı açıktan savunmuyor, savunamıyor. Ama karşı bir hareket de geliştirmiyor. Çünkü bugünkü Ankara yönetiminin, birkaç çıkışı dışında, AB için sorun oluşturmayacağı düşünülüyor. Erdoğan giderse ve AKP zihniyeti kalırsa, fazla şikayetçi olmayacaklar. CHP-HDP yönetimleri, o zihniyeti temsil ediyor; sadece biz değil, Batı da bunun farkında. Fakat yavaş yavaş anladıkları bir başka şey daha var: Erdoğan giderse, ki gideceği onlar açısından da kesin, geride AKP zihniyetinin kalması zor. AKP darmaduman olabilir. Burada da Kılıçdaroğlu'na duyulan güven sahneye çıkıyor. Fakat Kılıçdaroğlu'nun veya o zihniyetin de Erdoğan'dan sonra o koltukta oturamayacağını düşünen çok. Yani CHP ve HDP yönetimlerinin Erdoğan rejiminin tamamlayıcı parçası olduğunu, sadece bizim gibi “sekter solcular” mı düşünüyor? Sermaye, beklenmedik alanlarda yeterince tilkidir. 

Avrupa kamuoyu, İslamcı Ankara karşıtı bir hava içinde, ister istemez bazı karşılaştırmalar yapıyor. Bırakın Avrupa'daki ana akım medyanın solunu ve diğer gerçekten sol yayınları, sağcı yayın organlarında bile var: 4 yıl önceki 15 Temmuz kalkışmasından sonra 130 bine yakın devlet görevlisinin işinden atıldığı, yarım milyona yakın insanın gözaltından geçtiği, 30 bin kişinin hâlâ tutuklu bulunduğu, 100'den fazla medya kuruluşunun kapatıldığı, neredeyse sayısız gazetecinin, önemli bir bölümü hakkında iddianame bile olmadan hapiste tutulduğu bir Türkiye resmi, Avrupa'daki kurumsal ve kişisel kanaat önderlerinin aklına yapışmış bulunuyor. Özellikle özel sermayeye el koyma operasyonları.  

Ama “Türkiye'ye yaptırım” denince, iki AB ülkesinin de hak iddia ettiği sularda doğalgaz aradığı için yaptırımlarla karşı karşıya bırakılması, bir çifte standart olarak gösteriliyor. Kıbrıs ve Yunanistan, “Belarus'a yaptırım var da Türkiye'ye niye yok?” diye soruyor olmalı. 

Türk sorununu böyle çözeceklerini sanıyorlar. Kapitalizm içi her çözüme hazırlar, ama kendi çıkarları, ilişkilerin bir ilahi ahenk içinde yürütülmesini imkânsız kılıyor.  

Başa geliyoruz: Türkiye üzerine AB içindeki fikir ayrılıkları, somut çıkar ayrılıklarının bir yansıması. Burada hukuk, insan hakları, demokrasi falan gibi şeyler ciddiye alınamaz. Sanki “Ah kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” diyen Gülten Akın, bunlar için de yazmış: Bir emperyalist nobranlığı ve çaresizliği iyi tasvir ediyor. Bir küt noktaları var. Anlayamazlar, anlayamıyorlar, anlasalardı, sermaye dediğimiz şey bu incelikleri anlayıp anlatabilseydi, devrimler olmazdı ki. 

Belarus muhalefeti içindeki güçlü Rus yanlısı yapı, AB'yi bu ilişkilerde görmek istemeyen muhalif unsurların varlığı nasıl ince şeyler kapsamında görülüyorsa ve AB içinde sümen altı edilebiliyorsa, Türkiye ile ilişkilerde de derin ve ince şeyler var. Ama bunları ne İslamcı, cahil Ankara'nın ne de onun AB'deki muhataplarının görüp anlaması mümkün. Düzen muhalefetimizi bir kenara bırakın...

Bir kaotik sahnedeyiz. Aktörleri tanımlayamaz mı olduk?

Bilmece gibi mi? 

Öyledir. Hep öyle olmuştur. Sadece sınıf anahtarını doğru ve yaratıcı bir biçimde kullanabilen sosyalistlerin, gelişmeleri doğru anlama ve doğru tutum alma, dolayısıyla iktidara oynama şansı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da oyla falan bir ilgisi yok. Kriz sanılandan çok daha büyük çünkü. 

Şimdi malum medyada ve o medyanın en az barbarları kadar gülünç makbul muhaliflerinde böyle ince şeylerin anlaşılabildiğini görmüyoruz. 

Şaşırmıyoruz. 

Cumhuriyetin yıkıntıları arasında, dumanlar tüterken daha, başka bir şey mi bekliyorduk?