Ve anlaşılıyor ki siyaset bir yandan çok net bir şekilde sağa çekerken, topluma sol birtakım söylemlerle gidilmesi düzenin aktörleri için bir tür zorunluluk haline geliyor...

'İmkânsız görünen düşüncelerin zamanı gelmiştir'

Yazının başlığı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun elektriğinin kesildiği günün akşamında mum ışığında yaptığı konuşmadan alındı. Kılıçdaroğlu o konuşmada faturalarını ödeyemeyen milyonlardan bahsediyor ve devamında da şöyle diyordu:

Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul hale getirildi. Bu zenginler servetlerinin yüzde 1’ini paylaşsalar bütün çocukların eğitim masrafları karşılanır. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan bu sistem miadını  doldurdu. İmkânsız görünen düşüncelerin zamanı gelmiştir.

Kılıçdaroğlu aynı konuşmada belki de ilk kez “neoliberalizm”den de bahsetti ve “neoliberalizmin sonu gelmiştir” şeklinde bir cümle kurdu. Evinin önünde gazetecilere yaptığı açıklamada da aynı vurguda bulunarak şöyle dedi:

Bu bütün dünyanın temel sorunu. Kimsenin doğalgazı, elektriği kesilmesin. Bu eğer bir hak ise devletlerin bu hakkı teslim etmesi gerekir. Neoliberal politikalar Türkiye’yi de dünyayı da başka bir yere götürdü.
6 kişinin geliri dünya nüfusunun yarısına tahsis edilebilirse dünyadaki bütün çocukların eğitim masrafları karşılanabilir.

Bu açıklamaların ne anlama geldiği üzerine konuşacağız ama önce buraya nasıl gelindiğini bir hatırlayalım.

Geçen yaz, tarihini de verelim, 26 Ağustos günü, Kılıçdaroğlu sosyal medya üzerinden zamlara karşı hükümeti ve elektrik şirketlerini uyararak kış gelmeden faturalar için bir çözüm yolu bulmalarını, aksi takdirde halka çağrıda bulunacağını söyledi. Şirketler ise bütün bir kış elektriğe çılgınca zam yaptılar ve iktidar da verilen tepkileri dikkate almayarak şirketlerin arkasında durdu.

Bu esnada Kılıçdaroğlu’ndan halka herhangi bir çağrı gelmedi, zaten gelmeyeceği de belliydi, çünkü sokak, en az iktidar kadar Kılıçdaroğlu ve çevresi için de korkutucuydu, toplumsal muhalefetin yükselme ihtimali en az iktidar kadar muhalefeti de korkutuyordu.

Nihayetinde –kışın bitmesine yakın- bir formül bulundu ve Kılıçdaroğlu halka çağrı yapmak yerine kendisi bireysel bir “direniş” başlatarak elektrik faturasını ödemeyeceğini açıkladı. Bunu yaparken de ısrarlı bir şekilde, bunun bir sivil itaatsizlik eylemi olmadığını, toplumsallaşmasını istemediğini ve kitlesel bir kampanyaya dönüştürülmeyeceğini vurguladı.

“Direniş”in başlamasının üzerinden iki ay geçmişken, şirket, elemanlarını yollayıp Kılıçdaroğlu’nun elektriğini kesti. Kılıçdaroğlu’nun buna tepkisi faturasını bir hafta daha ödemeyerek karanlıkta kalma kararı oldu. Yaptığı açıklama ise yine aynıydı: kendisi sadece faturasını ödeyemeyen milyonların sesi olmak istemişti, bu bir sivil itaatsizlik çağrısı değil bireysel bir eylemdi vs…

Aradan geçen iki ayda sokağa ve toplumsal muhalefet bakışı değişmeyeceğine göre bu açıklama Kılıçdaroğlu açısından gayet “normal”di ama yine de konuşmada “normal olmayan” bir şey vardı: neoliberalizmin sonunun ilanı!

Açıklama normal değildi; çünkü Kılıçdaroğlu, CHP’yi yerleştirdiği çizgiyi teorize ettiği ve elbette ki danışmanları tarafından yazıldığını tahmin edebileceğimiz birkaç yazıda, sol ve sağ kavramlarının 18.yüzyılda kaldığını, emek-sermaye çelişkisinin bittiğini ve artık asıl çelişkinin demokrasilerle diktatörlükler arasında olduğunu söylemiş ve gayet bilinçli bir şekilde Komünist Manifesto’ya bir göndermede bulunup “dünyanın bütün demokratları birleşiniz” diyerek meselenin artık sınıfsal olmadığı iddiasında bulunmuştu.

Şimdi ise evet doğrudan kapitalizmi karşısına almıyor ama onun güncel görünümü olan neoliberalizmin sonunu ilan ediyor ve neoliberal politikaların gelir dağılımını nasıl altüst ettiğinden, sosyal devleti nasıl ortadan kaldırdığından, insanlığa verdiği zararlardan vs. söz ediyor, dolayısıyla “sınıfsal” bir konumlanış alıyordu.

Peki neden? Kılıçdaroğlu neden şimdi böyle bir konumlanış ihtiyacı duydu? Ne değişti?

Birileri, şu an derin bir sessizlik içerisinde olsa da, krizin yarattığı tahribatın Türkiye toplumundaki öfkeyi ve hoşnutsuzluğu nasıl büyüttüğünü ve bunun politize olması halinde yaşanabilecekleri görmüş olabilir mi?

Evet, muhtemelen öyle. Sermayenin kolektif aklı olan TÜSİAD’ın bile “asgari ücrete zam yapılmalı” dediği günlerden geçiyoruz. Halktaki öfkeyi krizin yükünü göçmenlere/sığınmacılara yükleyerek kolaylıkla manipüle edebilen bir faşizmin siyasette kendisine kolaylıkla alan açabildiği ve toplumsal destek bulabildiği günlerden geçiyoruz. Siyaseten sağda olan bütün aktörlerin, yoksulluktan, işsizlikten söz ettiği ve bunu yaparken “kamucu” bir pozisyon almaya kendilerini mecbur hissettiği, piyasacılığın adeta ayıp sayıldığı günlerden geçiyoruz.

Bu ise ortaya son derece “paradoksal” bir durum çıkarıyor. Bir yandan dincilik, piyasacılık, ırkçılık siyasal alandaki hükmünü icra etmeye devam ediyor, hatta 2002-2013 AKP’sinin piyasacılığına dönüş hayalleri görülüyor ama bir yandan özellikle ekonomi alanında kamucu bir söylem, dereceleri değişmekle birlikte, düzenin neredeyse bütün aktörleri için bir mecburiyet haline geliyor.

Bu paradoksal durumun gerisinde ise kriz var. İçerideki ve genel olarak dünyadaki kriz, seçim konjonktürüne de girilmişken, hem toplumda biriken öfkeyi ve düzenin kırılganlıklarını artırıyor hem de aktörleri kimi zaman birbiriyle çelişen konum alışlara mahkûm ediyor. Bu yüzden hem elektrik faturasını ödememe eylemi yapılıyor hem halka aynısını yapmama çağrısında bulunuluyor, hem neoliberalizmin sonundan bahsediliyor hem de “elektrik şirketleri kamulaştırılacak” denemiyor, İstanbul Belediyesi “bizi batıracaklar” diye halkı ulaşım zammının arkasında durmaya çağırırken, CHP Gençlik Kolları üniversite öğrencileri bayramda ailelerinin yanına gidebilsin diye “askıda bilet” kampanyası başlatıyor.

Altılı masanın kırılganlığı da bu durumu besliyor.  İnsanların açlıkla sınandığı günlerde altılı masa toplantısından çıkan metne, krize çare olarak “merkez bankasının bağımsızlığı” gibi neoliberalizmin amentüsünü oluşturan ilkelerden biri yazılıyor, Babacan “devlet bardak üretir mi” ezberini tekrar ediyor, Telekom özelleştirmesine sahip çıkıyor, hal böyle olunca da halkın önüne düzenin kendi sınırları içerisinde dahi bir yol haritası, bir çözüm reçetesi konulamıyor.

Ekonomik krizin derinleşmesinden göçmenlere/sığınmacılara yönelik öfkenin yeni bir faşizmi güçlendirmesine, iktidarın Gezi davasıyla halka gösterdiği sopadan altılı masanın kendi iç çelişkilerine, düzen muhalefetinin toplumu sokaktan uzak tutmaya dayalı sandık fetişizmiyle, öfkesini soğurmak için yine de bir şeyler yapma gerekliliği arasındaki hassas dengeye, sınır ötesi operasyonlardan ve HDP’nin kapatılmasından bu minval üzere gidilecek bir seçime uzanan bir genişlikte, Türkiye siyaseten son düzlüğe, ciddi kırılmaların yaşanabileceği bir “sezon finali”ne girmiş bulunuyor.

Ve anlaşılıyor ki siyaset bir yandan çok net bir şekilde sağa çekerken, topluma sol birtakım söylemlerle gidilmesi düzenin aktörleri için bir tür zorunluluk haline geliyor, ülkenin içinde bulunduğu durum düzeni bu tür bir üçkâğıtçılığa mahkûm hale getiriyor.

İşte bu noktada, “imkânsız görünen düşüncelerin zamanı gelmiştir” sözünü gerçek anlamına kavuşturmak, imkansız, ütopik, “şimdi sırası değil” denilen şeyi, yani sosyalizm fikrini ete kemiğe büründürmek, kitleselleştirmek, toplumsallaştırmak gerekiyor; çünkü Türkiye’nin bunun dışında bir kurtuluş seçeneği bulunmuyor.