Her şeyin en iyisini ve doğrusunu bilen, asla ürkütülmemesi ve muntazaman pamuklara sarmalanması gereken serbest piyasa ezberini bozmadan yoksulluğa bir çözüm bulmak mümkün değil.

3- İman etmemiz istenen serbest piyasanın sonuçları: Boeing örneği

Yoksulluğun hızla yayılıp şiddetini arttırdığı ülkemizde, döviz kurlarındaki dalgalanma sonucu döviz, faiz ve merkez bankası çerçevesinde dönen yüzeysel tartışmalarla dolu bir haftayı daha geride bıraktık. İktidara yapılan eleştiriler her zamanki gibi haklı olmakla birlikte, muhalefet cephesinden de faiz arttırmak ve yatırımcılara sevimli görünmek gibi kalkınma bakımından hiçbir gelecek sunmayan modası geçmiş öneriler dışında elle tutulur bir politika vaadi sunana da rastlamak mümkün değil. 
Zira defaatle belirttiğim üzere, siyaseti yatırımcıların kölesi haline getiren, her şeyin en iyisini ve doğrusunu bilen, asla ürkütülmemesi ve muntazaman pamuklara sarmalanması gereken serbest piyasa ezberini bozmadan yoksulluğa bir çözüm bulmak mümkün değil.

Bu yazı dizisi, neoliberal bir ekonomi politikası doğrultusunda, yani devletin kalkınma odaklı bir planı olmadan, sadece özel sektöre ve piyasalara alan açarak, sadece faiz vb. gibi para politikası araçları kullanarak bir yere neden varılamayacağının, Türkiye’nin ihtiyacı olan o radikal adımların neden atılamayacağının da genel bir resmini çizme amacını taşıyor.

Geçtiğimiz hafta, günümüzde tüm dünyada özel sektörün etkisi altında olduğu hissedar kapitalizmi felsefesinden ve bu felsefenin neoliberalizmle birleşince dünya çapında orta ve alt sınıfların gelirleri üzerinde nasıl yıkıcı bir etkisi olduğundan bahsetmiştim.

Kaldığımız yerden devam etmek gerekirse, ne pahasına olursa olsun kârlılığı arttırma amacı güden hissedar kapitalizmi felsefesinin ikinci önemli etkisi, şirketleri kâr oranlarını arttırmanın gittikçe daha ‘yaratıcı’ yollarını bulmaya zorlaması oldu.

1980’li yıllarda ABD ve dünyanın en büyük havayolu şirketlerinden American Airlines’ın birinci sınıf yolculara verilen salatalara sadece tek bir zeytin az koyarak yılda 40.000 dolar kâr etmesi meşhur bir hikayedir. Bir başkası, Xerox firmasının binalarındaki bitkileri sulamak için dışarıdan hizmet almak yerine, ofisteki her çalışanın bir bitkiyi evlat edindiği ve suladığı bir sisteme geçerek yılda 200.000 dolar kâr etmesi. Bu tür ‘parlak’ fikirler ve hikayeler, müstehzi gülüşlerle birer yönetim başarısı olarak anlatılır. 

Gerçekten de dünyanın önde gelen yönetim danışmanlığı firmalarından Bain’in araştırması, şirketlerin kâr artışlarının yarısını gelirlerini kısarak elde ettiğini gösteriyor. 

Dünyanın bir ucunda yolcuların salatalarından birer zeytin çıkarmakla başlayan bu masum süreç, öteki tarafta satılan yiyeceğin paketini aynı boyutta tutarak içine daha az yiyecek koyarak devam eder. Bu fikirlerle yoğurulan ve hayal gücü daha ‘geniş’ olan bir başkası, bir sonraki aşamada sattığı kıymanın içerisine sakatat karıştırır. Bir diğeri ise zararsız olanı fazla pahalı olduğu için biraz daha ucuz (ve zehirli) bir tarım ilacı kullanmaya karar verebilir.

Neoliberalizmin buna cevabı ise basit: serbest piyasa nasılsa başarılı girişimciyi ödüllendirip başarısız olanı cezalandıracağı için devletin bu işlere karışmasına gerek yoktur. Abarttığımı düşünenleri, aşağıda vereceğim örneği okumaya davet ediyorum.

Teorik olarak son derece mantıklı gelen argümanların gerçek dünyada ne kadar gülünç olduğu çok açık olmasına rağmen, devletin özel sektör karşısındaki gücünü sürekli olarak azaltmanın sonuçlarını bir türlü öngöremeyen, ya da kabullenmek istemeyen neoliberal cenah, bildiğini okumaya devam ediyor.

Hissedar kapitalizmi kavramını açıklarken 1970’lerdeki doğumuna ve akademik geçmişine vurgu yapmamın sebebi, hissedar kapitalizmi kavramının ABD’de önce akademik çevrelerde, sonrasında bu fikirlerle yoğurulan işletme-iktisat-hukuk öğrencilerinin iş hayatına atılmasıyla özel sektörde, en sonunda da ABD’den dünyaya yayılarak dünya çapında adeta bir yasa haline gelmesinin önemine dikkat çekmek.

Üniversitelerden çıkan ve özel sektöre yayılan bu anlayış, arkadan gelen kuşakların da bu sistemi mükemmelleştirmeye yönelik bir düşünce sistematiği geliştirmesine yol açtı.

Şirket kârını arttırmak adına riskli, zorlu ve uzun vadeli yatırımlarla uğraşmak yerine şirketlerin mümkün olan tüm masraflarının kısılması yoluna gitmek, modern yöneticilerin baş tacı felsefesi haline geldi. Çalışan masraflarını azaltmak, bahsettiğim gibi ilk akla gelen ve uygulanan yöntem oldu.

İkinci yöntem olarak, diğer genel giderleri kısma yarışına başlanması uygulandı. Bu noktada akla ilk gelen soru, ya da itiraz, bir şirketin giderlerini kısıp tasarruf etmesinde ne sakınca var sorusu oluyor. Elbette ki bir şirketin tasarruf etmesi, genel giderlerini azaltmasında bir sakınca yok. Ancak bu mantık, ekonomiye ve özel sektörün işine karışmayan, karıştırılmayan, neoliberal devletle bir araya geldiği zaman insan hayatı ve çevre üzerinde geri döndürülemez sonuçlar ortaya çıkartıyor.

Çevre kirliliğini önleyen ‘pahalı’ teknolojilere yatırım yapmak yerine atıkları en yakındaki dereye boşaltan Türk şirketleri de, kendi devletleri bu konuda Türkiye kadar ‘esnek’ olmadığı için atıkları gemiye yükleyip ‘esnek’ ülkelere gönderen gelişmiş ülkelerin şirketleri de, aynı oyunun kurallarına göre hareket ediyor. Çevre felaketleri, doğanın talan edilmesi ve küresel ısınma, bu oyunun doğal birer sonucu.

Keza yetersiz iş güvenliği sonucu yaşanan iş kazaları da, aynı anlayışın birer sonucu. Neoliberalizmin yılmaz savunucuları, Türkiye’de yaşanan iş kazalarında suçu genellikle o dönemin iktidarına, ahbap-çavuş kapitalizmine, yozlaşan devletin denetim görevini yeterince yerine getirmemesine atma eğiliminde. Haklılık payı olmakla birlikte bu bakış açısı resmin tamamını göstermekten çok uzak.

Devletlerin küreselleşen özel sektörü ve piyasayı denetleme ve düzenleme kapasitesi o kadar azaltıldı ki, devlet yasalarla kendisine verilen görevleri hakkıyla yerine getirse dahi özel sektörün kâr hırsıyla çevreye ve insana verdiği zararın önüne set çekebilmesi artık mümkün olmuyor.

Türkiye’de muhalafet “bu iktidarı değil bizi seçerseniz bunlar da bitecek” yöresinden bir türkü okuyor, ancak muhalefet neoliberal iradesinden vazgeçmediği sürece bitmeyecek. 

Zira anlatmaya çalıştığım üzere bunlar bireysel veya iktidardan iktidara değişen sonuçlar değil; sistemsel, doğrudan tüm dünyada piyasanın ve özel sektörün bugünkü işleyişinin sonucu. Dolayısıyla yarın CHP iktidara gelse dahi, bu işleyiş değiştirilmeden bir şeyin değişmesi mümkün değil. 

Teorik tartışmalara girmeden, Türkiye’nin özel şartları içerisinde de kaybolmadan, serbest piyasanın kıblesi ABD’den bir örnekle meramımı anlatayım:

Örneğimiz, Amerikan endüstrisinin gözbebeği Boeing’in değişiminin öyküsü. 100 yılın üzerindeki tarihsel gelişimi içerisinde mühendislik odaklı, ar-ge’ye dayalı, son derece başarılı ve inovatif bir şirket olan Boeing; bahsettiğim üzere kârlılığı artırmanın daha kolay ve yaratıcı yöntemlerini arayan ve bulan, bu felsefeyle yetişen kuşağın yönetici seviyesine yükselip 1996 yılından itibaren şirket yönetimini devralmasıyla ciddi bir felsefe değişimi yaşamaya başlıyor.

Yeni nesil şirket yöneticileri ilk önce şirketin verimsiz olduğunu düşündükleri çeşitli operasyonlarını sonlandırmaya, bu şekilde masraflarını azaltmaya başlıyorlar. Örneğin ilk yaptıkları işlerden birisi, bağımsız mühendislerden oluşan ve uçak üretim sürecindeki eksiklik ve açıkları bularak üretimi geliştirme amacı taşıyan birimi kapatmak oluyor.

Yaptıkları bir başka önemli geliştirme, pek tabii, sendikalı işçilerden oluşan Seattle fabrikasına alternatif olarak 2009 yılında Kuzey Carolina eyaletinde yeni -ve sendikasız- bir fabrika kurmak, üretimin büyük bölümünü buraya taşımak oluyor.

Masrafları düşürme amacı doğrultusunda üretimde yaşanan aksaklıklar, eksiklikler, yeni kurulan fabrikalarında en ucuza çalışacak işçiyi tercih etmeleri gibi sebeplerden dolayı kurulan bu yeni fabrikada üretimde sürekli hatalar yaşanmaya başlıyor. Üretim hatalarını belgeleyen mühendislerin raporları, üretim takviminin yavaşlamaması, teslimatların gecikmemesi ve kârlılığın etkilenmemesi adına hasır altı ediliyor.

Yavaşlayan üretim teslimatları geciktirmeye başladıkça, kaybedilen zamanı telafi etmek adına yönetim, üretilen uçakların kalite kontrol aşamasında geçirdiği zamanı kısmaya başlıyor. Zira en önemli şey kârlılık tabii ki. Bir şirketten gönüllü olarak kârdan vazgeçmesini bekleyebilir miyiz?

Bugün de devam eden tüm bu kargaşanın basına ilk yansıması, 2014 yılında 787 modeli uçakların bataryalarının havada birer birer alev almaya başlamasıyla oluyor. 787 modeli uçakların hava sahalarında uçuşunu tüm dünyada ülkeler birer birer yasaklamaya başlayınca Boeing yöneticileri lütfedip tesadüfen kimse ölmeden sorunu çözüyor.

Esas gümbürtü ise, akıllanmayan Boeing yönetiminin aynı uygulamalarına devam etmesi, her şeyin en iyisini bilen piyasanın ise kimsenin derdine çare olamaması sonucu birkaç yıl sonra -ne yazık ki- kopuyor.

Boeing’in en büyük rakibi Airbus, A320 neo modelini piyasaya sürüp büyük başarı kazanınca, Boeing firması da piyasaya aynı sınıfta rakip bir model sürmenin telaşı içerisine giriyor. Yeni bir uçak tasarlama maliyetinin altına girmek istemeyen Boeing, kendi 737 modelini yeni motorlarla geliştirerek 737 max modelini, ki bugün Türk Hava Yolları da bu uçağı kullanıyor, piyasaya sürme yolunu seçiyor. 

Yalnız Boeing’in 737’sinin gövdesinin, rakibi Airbus’a göre yere daha yakın olması sebebiyle, Boeing rakibinin yaptığı gibi gövdeye yeni motorları direkt monte edemiyor. Çözüm olarak yeni takılacak olan motorlar, kanadın biraz daha önünde bir noktaya monte edilmek zorunda kalınıyor. Bu durum ise uçağın aerodinamik yapısını bozarak havadayken burnunun kalkmasına sebep oluyor. Boeing mühendisleri bu sorunu da, uçağın burnu havaya kalktığı takdirde otomatik olarak indiren bir yazılımla çözüyorlar.

Bütün bunları burada yazmamın sebebi ise şu: Boeing şirketi, uçakta yaptıkları tüm bu değişiklikleri ne Amerikan Havacılık İdaresi FAA’e, ne de uçağı sattıkları havayollarına, hiç kimseye haber vermiyor. Zira;

Birincisi, söylemek zorunda değiller. Devletin elini ekonomiden çekmesini öğütleyen neoliberal felsefenin gereğini yerine getiren Amerikan Kongresi, 2005 yılında çıkarttığı bir yasayla Amerikan Havacılık İdaresi FAA’in, Boeing’in üretim sürecini doğrudan denetlemesine gerek olmadığına karar veriyor. 

Yasanın mantığına göre, bir problemle karşılaşıldığı zaman Boeing’in havacılık idaresine haber verip oradan gelecek talimata göre hareket etmesi yerine sorunu direkt kendisi çözmesi, havacılık endüstrisine 10 yılda 25 milyar dolar tasarruf ettireceği öngörülmüş. Özel sektörün tasarrufunun derdine düşmek devletin tek işi zaten, bravo.

Boeing’in uçakta yaptıkları değişiklikleri devletin ilgili kuruluşuna ve müşterileri olan havayollarına haber vermemesinin ikinci sebebi, bunun kârlı bir hareket olmaması. Zira uçakta yapılan bu değişiklikler uçağın yeniden sertifikasyon sürecine girmesine, yani güvenliğinin yeniden incelenmesine, uçağı alan havayollarının ise pilotlarına yeniden eğitim vermesine neden olacaktı. Bir sürü masraf canım! Haberleri olmazsa kimsenin yeniden eğitilmesine de gerek kalmazdı.

Boeing 737 max, 2017 yılının Mayıs ayında ilk ticari uçuşunu, 2018’in Ekim ayında ise Endonezya’da 189 kişinin hayatını kaybettiği ilk kazasını yaptı. Kazanın sebebi, uçakta yapılan değişiklikler ve eklenen yeni yazılımın hatalı olmasıydı. Üretim ve teslimat takvimini aksatmamak için yapılan değişikliklerin güvenliğinin yeterince test edilmemesi faciaya sebep olmuştu. Bu ilk kazanın ardından Boeing CEO’su ise, müşterileri ve hissedarları ürkütmek istemediğinden olsa gerek, tabii ki düşen uçağın kazada hayatını kaybeden pilotlarını suçladı, pek kimse de itiraz etmedi. 

737 max ilk kazasından beş ay sonra, Mart 2019’da Etiyopya’da 157 kişinin öldüğü ikinci kazasını yapıp da dünyadaki tüm ülkeler birer birer uçağın hava sahalarında uçuşunu yasaklayınca, Amerikan Havacılık İdaresi ve Boeing yeniden lütfedip uçağı incelemeye karar verdiler. Yapılan incelemenin ardından uçakta üretim hatası bulunduğu, uçağın uçmaya elverişli olmadığı ortaya çıktı.

Bu yakın zamanda yaşanmış ve çok acı örnek, şirketlerin kâr maksimizasyonu felsefelerinin, devletlerin özel sektör üzerindeki denetiminin kaldırılmasıyla birleştiğinde, dünyanın en büyük ekonomisinde dahi facia sonuçlar doğurduğunun apaçık bir kanıtıdır. 

Üstelik bu tek bir örnek, ancak bunun gibi binlerce örneğin her gün yaşandığını, kafasını kuma gömmemiş olan herkes biliyor. Her gün yaşanan facialar ve skandallarla neoliberalizm arasındaki bağı kurabilmek ve kurmak, gerçek suçluyu ifşa etmek bakımından büyük önem taşıyor.

Piyasanın Boeing’i cezalandıracağına inanan serbest piyasa dostlarına ise, Boeing’in bugün dahi en ufak bir pişmanlık ya da politika değişikliği belirtisi göstermemesine rağmen şirketin hisselerinin hala borsanın en gözde hisselerinden birisi olduğunu, şirketin hala kâr üstüne kâr açıkladığını, kendilerinin de bir sonraki uçak yolculuklarında %50 ihtimalle bir Boeing ile uçacaklarını, yani ölenlerin öldüğüyle kaldığını, piyasanın ise kimseyi cezalandırmadığını hatırlatmak isterim. Merak eden tüm bu hikayeyi araştırıp doğrulayabilir.

Görülebileceği üzere, sadece Türkiye’nin ahbap-çavuş kapitalizmi veya devletin yozlaşmasından ziyade, var olan sistem, yani şirketlerin kısa dönemli kâr maksimizasyonu politikalarıyla devletlerin piyasaya karşı etkisizliğinin birleşimi, tüm dünyada bu tür sonuçlar doğurmaya meyilli. 

Büyük sermayenin boyunduruğu altındaki özel sektörün ve serbest piyasanın serbestliği, artık günümüzde nehirleri ve denizleri kirletme serbestliği, çalışanların ücretlerini baskılama serbestliği, tekelleşerek müşteriyi sömürme serbestliği, yenilen hiçbir halt karşısında kamuya hesap vermeme serbestliği haline gelmiş durumda.

Kâr hırsıyla akıl almaz şeyler yapan bu şirketlerde tüm bu kararları alanlar da birer insan. Ancak sorunun sistemselliği, yani bu felsefenin genel geçer hale gelip herkes tarafından her an uyguluyor olması, fazla ileri giden bireylerin ve şirketlerin hasbelkader yakalansalar dahi sürekli yenilerinin ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Artık ikna gücünü yitiren siyasi partilerin yerine, modeli eskiyen otomobilin yerine aynı motor ama yeni bir kasa ile piyasaya sürülen otomobil örneğindeki gibi, aynı yazılıma (neoliberal) sahip ama farklı görünüme sahip partilerin umut olarak pazarlanması gibi...