Sol liberal sahtekârlık tarafından zerk edilen ve iktidarsızlıkla sonuçlanan kimlikçi, sivil toplumcu, demokratik reformcu zehir, bünyeden atılmalı, bunun için açılmış damar yolları kapatılmalı.
Komünizm mücadelesi, tarihsel olarak kapitalist düzenin “solu” ile iki yönlü bir bağlantıya sahiptir.
Başlangıçta, kapitalizm olgunlaşır ve komünizme karşı bir bağışıklık sistemi oluşturmaya çalışırken kendi solunu buradan devşirdi. En bilineni Alman sosyal demokrasisidir, ama ülkemizde de Kadro hareketi başta olmak üzere örnekleri az değildir.
2. Dünya Savaşı sonrasında ise ilişki ters yönde kuruldu. Sovyetler Birliği ideolojik olarak geri çekilir ve emperyalizmle “barış içinde yan yana yaşama” stratejisini benimserken, kapitalist ülkelerdeki komünist ve diğer devrimci hareketleri sosyal demokrat partilere doğru itti. Öte yandan, hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde aynı dönemde düzenin solu olgunlaşıyor, artık esasen komünizmden devşirilmiş döneklere değil, Olof Palme, Bülent Ecevit gibi kendi yetiştirdiği kadrolara yaslanmaya başlıyordu.
Bu dönemin sonunda Sovyetler Birliği, yukarıda bahsettiğimiz kökten yanlış stratejinin nihai sonucu olarak yıkıldı. Türkiye’nin kendisini “devrimci” olarak tanımlayan siyasi hareketlerinde ise tedavisi çok güç ve kronik bir CHP’cilik marazı kaldı.
***
Kapitalist düzenin değişmez özü, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki sömürü ilişkisi ve mücadeledir. Düzen siyaseti, mutlaka bu mücadelenin, mevcut güç dengeleri çerçevesinde sermaye sınıfına minimum siyasi zararla maksimum ekonomik kazanç sağlayacak biçimde sürmesini sağlamak için kurgulanır.
Sovyetler Birliği’nin faşizm karşısında 2. Dünya Savaşı’nda kazandığı zaferi takip eden yıllarda, tüm dünya çapında işçi sınıfının politik gücü doruğa ulaşmıştı. Bu dönemde kapitalist ülkelerde de düzen solu, işçi sınıfına ekonomik ödünler vererek onu teskin edecek, devrimcileşmesine engel olacak biçimde kurgulanmıştı. Sovyetler Birliği ideolojik olarak geri çekilmeye başladığında iki şey oldu. Birincisi, sermaye sınıfı adına çok daha şiddetli ve kuralsız ekonomik sömürüyü savunan neoliberal siyaset giderek güçlendi ve 1970’lerin başından itibaren dünyanın çeşitli yerlerinde iktidara gelmeye başladı. İkincisi, 68 hareketinin yarattığı dalganın geriye çekilişinin ardında bıraktığı ideolojik tortu kullanılarak, işçi sınıfıyla bağları çok zayıf, merkezinde soyut hümanist düşünceler ve örgütsüzlük fikri bulunan, ne kadar radikal olursa olsun siyasi iktidarı hedeflemeyen yeni bir sol inşa edildi.
Bu sağ ve sol liberalizm, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle büyük bir zafer kazandı ve egemen ideolojinin anaakımı olarak kalıcılaştı.
Öte yandan bu, düzen açısından sorun teşkil etmese de tuhaf bir durum yarattı: Düzenin yeni solu, dünyanın her yerinde yoksul kitleleri kapsamak için hem argümanları açısından fazla sofistikeydi, hem de düzenin onlara dayattığı hayatın acımasızlığına hiç uymayacak kadar “yumuşak” ve o hayatın maddi sorunlarından uzaktı.
Zamanla bu boşluğu Erdoğan ve Trump gibi karizmatik kabadayıların temsil ettiği siyasi hareketlerle düzen sağı doldurmaya başladı. Düzenin solu ise işçi sınıfından kaçan, kültürel alanla sınırlı çerçevesine sıkı sıkıya bağlı kalıp iktidarsızlaştı.
***
Bu yeni duruma dair dikkat edilmesi gereken temel nokta şu: Düzenin yeni sağı ve solu arasındaki siyasi ayrım, sermaye sınıfının içindeki ekonomik ayrımlara (bire bir olmasa da) denk düşüyor. Yeni sağ siyaset esasen Güneydoğu Asya’ya taşınıp buradaki ucuz işgücünden yararlanamayacak gıda, inşaat, enerji gibi sektörler ile Çin rekabetinden muzdarip demir-çelik, otomotiv gibi sektörlerdeki, metropollerden ziyade taşradaki sanayi kentlerinde yerleşik, çok sayıda düşük ücretli işçi çalıştıran sermayenin çıkarlarını savunuyor. Yeni solun sermaye tabanını ise esasen finans, medya, eğlence, yazılım gibi metropollerde ve plazalarda yerleşik, görece az sayıda yüksek eğitimli işçi çalıştıran sektörler oluşturuyor.
Yoksul emekçi kitleler kendileri için eyleme geçemedikçe, doğal olarak bu rekabet siyasetine malzeme oluyor. Yeni sağ, yoksulları, ezilmişliklerine kanca atan ajitatif söylemlerle, mağdur edebiyatıyla ve muhafazakâr içerikli kültürel bir diskurla manipüle ediyor ve siyasi rakibi olan düzen soluna karşı kullanıyor. Düzenin solunda yalnız koyu dindarları değil sade ve huzurlu bir hayat yaşamak isteyen her sıradan insanı irkiltecek cinsel marjinallik dışavurumları köpürtülürken; sağında kürtajı yasaklamaktan eşcinselleri çatılardan atmaya kadar uzanan insan düşmanlığı pratikleri hayata geçiriliyor. Solda göç sorunu, göçün sebepleriyle hiçbir bağ kurmayan, dolayısıyla gerçekçiliği olmayan kaba hümanist bir “kardeşlik” söylemiyle ele alınırken; sağda “mancınıkla geldiği yere geri fırlatma” söylemleri ve denizin ortasında boğulmaya terk etme, kıta uzunluğunda duvar örüp geçenleri vuracak paramiliter infaz ekipleri kurma, Afrika ülkelerinde toplama kampları kurup buralara doluşturma gibi “çözüm” pratikleri yaygınlaşıyor.
Özetle, plazalara Woke, fabrikalara MAGA pompalanıyor.
Bu olurken, yoksul emekçilerle daha fazla ilişkilenen yeni sağ, kendi söyleminde demagojik bir “antikapitalizme” de yer açıyor. Bu söylemde “kapitalizm” karşı tarafta yer alan, başta tekelleşmiş finans olmak üzere sıradan emekçinin kuşkuyla yaklaştığı sektörlere daraltılırken; yeni sağ kendisini hem üretken, dolayısıyla faydalı hem de ayıp ve günah işlere bulaşmayan, dolayısıyla ahlaken üstün olarak sunuyor ve bunun üzerinden kendi tarafında (olanak olduğu dönemlerde popülist devlet harcamalarıyla da desteklenen) bir işçi-patron uzlaşması kuruyor. Örneğin Erdoğan, birkaç hafta önce katıldığı İslami Finans Zirvesi'nde, “Kapitalist sistemin serbest piyasayı teşvik ediyor gibi görünse de tekelleşmeyi, paradan para kazanmayı ödüllendirdiğini görüyoruz. Fakiri daha da fakirleştiren bu sistemin dertlerimize derman olamayacağını hepimiz kabul etmek zorundayız” gibi şeyler söylüyordu.
Öte yandan sadece yeni sol değil yeni sağ da politik mücadeleyi büyük bir hassasiyetle kültürel alanla sınırlı tutuyor. Diskur düzeyinde bir zengin düşmanlığı yapılıyor, ama bu düşmanlık asla genel anlamda maddi zenginliğe değil, mutlaka ya “paradan para kazanma” gibi spesifik hedeflere, ya kimi zenginlerin “halkın değerlerine aykırı” dejenere yaşam tarzlarına, ya da “Yahudi lobisi”, “Ermeni dölü” gibi dinsel veya etnik hasımlara yöneltiliyor.
***
Düzen, soluyla sağıyla, mücadelenin kültürel alanda kalması konusunda çok hassas. Örneğin İngiltere’de, ülkenin iki yüz yıldan fazla süredir yayınlanan ve en köklü gazetelerinden biri olan The Times’da bir köşe yazısının başlığında; seçime iki gün kala kazanacağı artık kesinleşmiş İşçi Partisi’ne “Kültür savaşının yerine sınıf savaşı koymama” çağrısı yapılıyor; seçmenlerinin “birçoğu daha eşit bir toplumda yaşamayı umduğunu söylese de, Jeremy Corbyn'in gelirin yeniden dağıtımına ve kıskançlığa dayalı siyasetini değil liyakatin ödüllendirilmesini ve yükselme arzusunu savunduğu” iddia ediliyordu.
İngiliz sermayesinin hassasiyetlerini göstermesi açısından çarpıcı olsa da bu yazı açık kapıyı zorluyor. Zira İşçi Partisi’nin sabık genel başkanı Corbyn, çoktan her türlü İsrail eleştirisini antisemitizm ilan edenler tarafından tasfiye edilmiş ve yerine “Sör”ün teki gelmişti.
Üstelik bağımsız adaylığını koyan ve parlamentoya girmeyi başaran Corbyn de öyle işçi sınıfı iktidarından, sosyalist eşitlikten yana falan değil. Söylediklerine şöyle bir bakın, 1970’lerde Türkiye’ye getirseniz Ecevit’in sağında kalacağını görürsünüz. Ne var ki, işçi sınıfının düzene böylesine entegre edilip kendi çıkarlarını savunma açısından pasifleştirildiği bir dönemde, sermaye sınıfı Corbyn’inki kadar sosyal demokrasiye bile ihtiyaç duymuyor, dolayısıyla marjinalleştiriyor.
Yine de, bekleneceği üzere, devrimden umudu kesmiş ama niyeyse hala sosyalist geçinen bir sürü solcu İngiltere seçimlerinden heyecanlandı, Fransa seçimlerinin sonuçları karşısında ise sevinçten dört köşe oldu. Şimdi, Fransa’da seçimden birinci çıkmış olsa da hükümet kurması imkânsız görünen Yeni Halk Cephesi’ne, nasıl emekten yana bir program uygulanması gerektiği konusunda akıl veriyorlar.
Aynı kapıkulları, Türkiye’de de ne zaman seçim olsa emekten yana politikalardan bahsedip, sonra bir milletvekilliği ya da belediye başkanlığı için CHP’ye ricacı oluyor.
Bir özellikleri daha var. Her koşulda en hümanist, en çevreci, herkesin iyiliğine olan en makul şeyleri öneren onlar. Ahlaki üstünlüğü kimseye bırakmıyorlar.
Ama insanlığın, içinde yaşadığı karanlık, savaş ve kıyımlarla dolu sömürü düzeninden kurtuluşu, ulvi temennilerle, küçük iyileşmelerle, kimse zarar görmeden falan değil; ancak bu düzenin egemenlerinin ve onlardan yana saf tutanların mahvolacağı bir devrimle gerçekleşebilir. Konforu bozulmasın isteyen orta sınıflar bu yüzden devrimden kaçıyor ve kum havuzunda oynayan düzen soluna kapılanıyor. İnsanca bir yaşam için devrime muhtaç yoksul yığınlar ise Trump, Putin, Erdoğan gibi kaba, tehditkâr ama kanatları altına aldıklarını esirgeyen bir imaj çizen gerici demagogların eline kalıyor.
Yoksul kitlelerin hayatlarını belirleyen dertler bireysel kimlik özgürlükleri değil, karınlarının doyması, kirayı, doğalgaz faturasını, kredi borcunu ödeyebilmek gibi toplumsal ve “banal” şeyler. Bu konuda düzen solu “saat dokuzda ışıkları açıp kapatın” gibi saçmalıklardan başka pek az şey söylüyor; sağ ise yoksulluğu kimlikleştiriyor, orta sınıfın konforlu (ve dışavurumcu) yaşam tarzına karşı kışkırtıyor ve bazı durumlarda korkunç kanlı sonuçlar doğuran biçimlerde provoke ediyor.
Komünizm mücadelesi, başarıya ulaşmak için, aynı anda hem kendisini kültürel ve sembolik itiş kakışların belirlediği bu düzen içi ikilikten, hem yoksulları sağcı demagogların elinden kurtarmanın bir yolunu bulmak zorunda. İlk atılması gereken adımlardan biri de siyasi haritada düzen solunun “daha solundaki” marjinal alandan çıkıp, boş meydanda kendini antikapitalist bile ilan eden sağ ile yumruk mesafesine girmek. Bunun için de, sol liberal sahtekârlık tarafından onlarca yıldır zerk edilen ve iktidarsızlıkla sonuçlanan kimlikçi, sivil toplumcu, demokratik reformcu zehrin hem bünyeden atılması hem de bunun için açılmış damar yollarının kapatılması gerekiyor.