Depremden iki ay sonra dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta örgütlenmenin zorunluluğudur. Seçime örgütlene örgütlene gidilmelidir.

İki ay sonra, altı hafta kala

14 Mayıs’ta seçim varsa birinci gündem maddesinin 6 Şubat depremi olacağı açıktır. Zaten bu nedenle AKP’nin ilk refleksi bu kısa sürede mümkün olan en fazla sayıda temel atmak oldu. Devam edeceklerdir…

Peki, bu temeller ikna edici olacak mıdır? 

İktidarın konut başlığındaki sicili kirli, toplumda yarattığı algı ise çelişik. Geçenlerde İmamoğlu’nun başka bir yere bağlamak üzere dile getirdiği İstanbul’da 750 bin konutun boş durduğu bilgisi bu kirliliği gösteriyor. Erdoğan’ın tabiriyle “eski Türkiye’de” kıdem tazminatı veya emekli ikramiyesiyle emekçiler ev sahibi olurdu. Yine emekçilerin diğer konut edinme yolları işçi kooperatif evlerinden ve gecekondulaşmadan geçerdi. Bunlar, barınma hakkının hayata geçirilmesi açısından ideal yollar sayılmaz. Sonuç olarak parayla elde edilebilen bir haktan söz ediyorduk… Ancak bu esaslı kusuruna karşın, ev o zamanlar pazarda alınıp satılan, spekülasyonu yapılan bir meta değil, barınaktı. Kirlenme bu durumun kökten değişmesidir. Mülk sahipleri şimdi, ülke çapında milyonlarca konutu fiyat dalgalanmalarından yararlanma hesabıyla hemen satmıyor, talebin sıkışmasını, kâr oranının yükselmesini bekliyorlar. Marx’ın meta fetişizmi dediği, kapitalizmde yabancılaşma kavramının merkezine oturttuğu tam da buydu işte.

İktidarın konut vaadinin seçmenlerin tutumunu cezbetme olasılığı bu nedenle garanti değil. Öte yandan, trajik biçimde zora düşen insanlar, köklü, bilimsel, tarihsel çözümleri bekleyecek takate sahip hissetmezler kendilerini. En kısa zamanda çare ararlar. Belki, bir umut… O kadar çaresizdirler ki, belki derler, bu sefer edinebiliriz bu evleri; belki bu sefer sağlam yaparlar; kim bilir belki de ödeyebiliriz… 

Bu umut arayışına gerçekler, doğrular adına, Marx adına kızılamaz. Enkazdan acılı çıkan insanlara, en iyi ihtimalle, yani gerçekten bir konutları olursa, AKP’nin onları ömürlerinin sonuna kadar sürecek bir borç tuzağına düşüreceğini söylemenin de sınırı vardır. Bina dikmekle kent olmayacağı doğrudur. Kent planlanmalıdır. Zemin etütleri yeniden yapılmalıdır. Çevre korunmalıdır. Tarihsel miras yeniden ayağa kaldırılmalıdır… Bütün bu doğrular, acının büyüklüğü, travmanın şiddeti oranında boşa düşebilir. Umut arayışı üstün gelebilir. Yalnız bu acı, ülkenin piyasacılığa ve dinciliğe fena halde doyduğu bir konjonktüre denk düştüğü için AKP lehine olan bu olasılık, bana sorarsanız, hayli zayıflamıştır. İnsanlara çadır ve öteki dünya satmanın da bir sınırı vardır. 

Kılıçdaroğlu, bu çekişmeye müdahale ederek deprem konutlarının hak sahiplerine bedelsiz verileceğini taahhüt etti… Bedeli daha önce ödenmiş olan bina, depremzedenin suçu olmaksızın göçmüşse, bedelsiz konut edinmek iyidir. Gelirlerini ve yakınlarını yitirmiş, belki işsiz, belki göçmen kiracılara “altta kalanın canı çıksın” mı denecektir, bilmiyoruz. Ama sayılar gerçekten düşündürücüdür…

Sayılara az sonra geleceğim. Ama önce acının büyüklüğünü, travmanın şiddetini azaltacak başka bir seçeneğe işaret etmek durumundayım. Bunun adı örgütlenmektir! 

Bedelsiz konut için örgütlenmelidir. Sağlıklı yaşam için örgütlenmelidir. Çocukların eğitimi için örgütlenmelidir. Temiz su için örgütlenmelidir. 

Yeni denen Türkiye’de “tüccar devlet”, parası olmadığını bildiği, kâr oranının düşmesine neden olacağını gördüğü emekçi halkı yani “çulsuz müşteriyi” görmezden gelir. Görmeyince yok olmayacaklarını bilir bilmesine, ama yeterince kapıda bekletirse insanların bıkıp gideceğine, çok daha düşük standartlara rıza göstereceğine, yani seyreleceklerine emindir yetkililer. Bu kadar kalabalık ülkelerde nüfusun yüzde birkaçının sokakta kalması bir dünya gerçeği değil midir? Bakın, dünyaya umut satmaya devam eden ABD’de resmi verilere göre 600 bin, gerçekte bunun dört katından fazla evsiz var, yani 2 milyon 400 bin kişi. Binde 7 yapıyor ve giderek artıyor. “Küçük Amerika” olmanın ötesine geçip artık orta boy Amerika olmaya giden Türkiye niye eksik kalsın? Bu kader ancak emekçilerin, yoksulların örgütlenmesiyle engellenebilir. Örgütlenme bir fantezi değildir, hayat kurtarır.

Sayılara girdik bile… Türk Tabipler Birliği’nin son raporuna göre 3 milyon 320 bin kişi deprem bölgesinden başka illere göç etmiş, 800 bin kişi de yıkılan kent merkezlerinden köylere taşınmış. Büyük çoğunluğu çadırda olmak üzere 3 milyon 285 bin kişi geçici barınma durumunda yaşıyor. Deprem bölgesindeki toplam nüfus 15 milyon 200 bindi. Bunun 6 milyonunun barınma sorunu var! Bu arada konut fiyatı ve kiralardaki enflasyon, memleket genelinde, sayısını bilmediğimiz insanımızı aynı sorunun eşiğine taşımış durumda…

Hal böyleyken iktidarın konut balonuyla seçime hazırlanması yetmeyecekti. Devreye küfür kıyamet saldırısı sokuldu bile. Seçimden önce Suriyeli göçmenlerin kayda değer bir bölümünün geri yollanması beklenir. Büyük ölçüde dış konjonktüre, yani emperyalist odakların Erdoğan’a ne kadar el uzatacağına bağlı olarak… Ancak depremin faturası ne muhalif belediyelere ne yabancı göçmenlere havale edilemeyeceğine göre bütün bunların sınırı var. Her seçimde kapısı çalınan “Kürt barışı” Hüda-Par’a vekillik ikramında tükenmişe benzemektedir. Tabii söylemesi bedava; çok sıkışan AKP, Kürtleri asıl Hizbullah veya Hizbul-Kontra’nın temsil ettiğini dahi iddia edebilir… Karşı yakadaki seçenek Amerikancı Cengiz Çandar-Hasan Cemal ikilisini içeriyorsa, neden olmasın!

Depremin egemenliğinde yaşanacak seçim platformunda düzen içi muhalefete biraz daha değinmek durumundayım. Az yukarıda malum ikiliden söz ederken bir sürprize falan işaret etmiş değilim. Yeşil Sol Parti HDP’nin takma adı haline gelmezden önce Yetmez-Ama-Evet’in adresiydi. 2010 referandumunda icat edilip 2013’de Gezi’de, 2015’de Sur’da, 2016’da Fethullah iflasında defalarca miadını dolduran bu uğursuz hareket, bir gün lazım olur diye bir parti tabelasına dönüştürülmüştü. YSP odur. Asıl YAE kadrolarıysa HDP’de sorumluluk alarak siyasete devam ettiler. İlle şaşıracak bir şey varsa, o da, deprem kamuculuğu alabildiğine ateşlemişken sırf sol tınılar dengelensin diye iflah olmaz ve köhnemiş liberallerin hatırlanmasındaki aymazlıktır. 

CHP ise tüccar siyasetin enkaza dönüştüğünü ve kamuculuğun yükselişinin engellenemez olduğunu algılamış görünüyor. Müstakbel Cumhurbaşkanı yardımcılarından, memleketin özelleştirme şampiyonu Babacan’ın bile, “şimdi olsa eskisi gibi yapmazdım” gibisinden lafı yuvarladığı bir momentte, Kemal Beyin “bedelsiz konut” sözü bunun kanıtı sayılabilir. Ama CHP bu yönelimin sınırları konusunda da hassasiyetini korumaktadır. Şimdi bu noktaya gelebilirim. 

İki ay önce bir anda binaları barınak olmaktan çıkan insanlar, yeni konuta para ödeyip ödemeyecekleri konusuyla yetinebilirler. Ancak bu, eksikten öte yanlış olur. Kötünün iyisi, iyi değil kötüdür. AKP sonrası Türkiye’de, olası yeni siyasi iktidar bu konutları nasıl inşa edecektir? İş inşaat sektörü patronlarına mı ihale edilecektir? Eğer öyleyse, bu patronlar herhalde hibe veya sosyal sorumluluk niyetine değil kâr için devreye gireceklerdir. Madem öyle, depremzededen alınmayan bedeller devlet tarafından ödenecek olmalıdır. Devlet kimdir? Devletin parası depremzedeler dâhil halkın vergisinden başka nedir? Paranın Erdoğan’ın kartvizitiyle gezen yamyamlara değil de, piyasadaki ortalama kâr oranına rıza gösteren makul kapitalistlere ödenmesi kamuculuk mudur?

Doğrusu şudur: Deprem konutu yapımını, mutlaka halkın ve bütün ilgili disiplinlerden bilim ve kültür insanlarının katılımıyla, “kâr motivasyonu kapıdan sokulmaksızın” devlet üstlenmelidir. Depremzedelerinki de dâhil olmak üzere vergilerimizden oluşan kamu varlığı, özel sektöre peşkeş çekilmemelidir. Depremzedenin, bedelsiz konut vaadini olumlaması ve kendi barınma hakkı için örgütlenmesi iyidir; ama sömürüyü önlemeye yetmeyecektir. Neden devlet barınma hakkımızı mazeret göstererek zenginleri daha da zengin etsin ki! 

Yeri gelmişken, zorunlu olan ve hakkımız sayılması gereken bir evin mülkiyetine sahip olmamız değil, insanca barınmamızdır. Barınacağımız konutların sahibinin de bir başka özel kişi olması hiç gerekli değildir. Pekâlâ, devlet bütün toplum adına mal sahibimiz olabilir. Konutun meta olmaktan çıkartılmasının garantili yolu bu olur…

Bu arada bugün itibariyle depremin üstünden iki ay geçtiğini söylerken, başka depremlere, örneğin Marmara Denizinin çevresindeki bütün yerleşimleri etkileyecek olan depreme iki ay daha yaklaştığımızı da hatırlamalıyız. Ekrem Bey yetki alanında 750 bin konutun boş durduğunu söylemekle kalmadı. Bir de, İstanbul’da 90 bin binanın oturulamaz hale geleceğini duyurdu. 90 bin bina, 750 bin daireye veya teknik tabirle bağımsız birime denk gibidir. 

Bu bilgiden hareketle nereye varılır? Kamucu bir mercekten bakanlar heyecanla yerlerinden fırlayacaktır. Nitekim bir bilim insanı, Naci Görür, bu satırlar yazılmadan önce heyecanını dışa vurup çağrıda bulunmuştu. Enkaz mahkûmu İstanbul nüfusunun, hemen, hiç zaman yitirmeksizin kaydırılabileceği yeni konut stokunun aritmetik anlamda hazır olması az şey midir? Aritmetiğin ötesi planlamadır. Ölümden kurtulacak olan insanların yaşam alanlarını nasıl kaydıracağınızı, iş, sosyal ve kültürel çevre, okul gibi sayılı faktörü birlikte ele alan koca bir denklem yapıp, hep birlikte örgütlü bir tartışmayla planlamak ne kadar da keyifli bir uğraş olacaktır!

Düzen muhalefetinin aklına örnekse, İmamoğlu’dur. 750 bin boş konuttan “daha fazla vergi almak zorundayız. Dünyada bu uygulamalar var. O vergiyi biz konut fonuna aktaracağız, konut üreteceğiz” diyen odur. Anlaşılan AKP 14 Mayıs’ta yenilgiye uğrarsa açık sözlü piyasacılık dönemi kapanacak, artık sağ kulak sol elle gösterilecek! Memleketteki birkaç milyon müstakbel depremzede, yıkılmaya yüz tutan binalarda boş evlerden alınan fazla verginin kendilerine yeni konut olarak dönmesini bekleyecektir…

Depremden iki ay sonra dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta örgütlenmenin zorunluluğudur. Seçime örgütlene örgütlene gidilmelidir. Dedik ya, örgütlenmek hayat kurtarır.