Devlet mafyalaştığında halk düşmanı bir organizasyon çıkar ortaya. Bu durumda ifşalar bir işe yaramaz artık. Devlet mafyalaştığında güvenebileceğiniz tek şey halkın örgütlülüğüdür. 

İfşa

Örgüt üyesi olduğu şüphesiyle gözaltına aldıkları Cennet Değirmenci’yi çırılçıplak soymuşlardı. Ellerini arkasından bağlayıp “Filistin askısına” aldılar sonra. Kolları kopacak gibiydi ama sorgucularının öfkesini yatıştırmamıştı bu. Askıdayken bedeni şişip morarıncaya kadar tekmelediler üstüne. Canlı girdiği Gaziantep sorgulama merkezinden, 1982 Mayıs’ında, ölü olarak çıkabildi 27 yaşındaki güzel Cennet. İşkencede can veren binlerce masumdan biri olarak not düşüldü tarihin karanlık sayfalarına. 

Sorgulayıcıları biri polis memuru Sedat Caner’di. “Gezici sorgulama timi” oluşturmuş, işkence yapmakta ustalaşmışlardı. Arada ellerinde can verenler de oluyordu ama devlet koşup örtbas ediyordu her seferinde. Ama Cennet’in ölümüne kaza süsü veremediler her nasılsa. Cinayet timden Sedat Caner’in üstüne kaldı. Kaçaktı, bunalmıştı, bir çözüm yolu arıyordu. Dönemin etkili dergisi Nokta’nın kapısını çaldı. Anlattı. Anlattıkları 2 Şubat 1986 tarihli Nokta dergisinde “Bir İşkenceci Polisin İtirafları” başlığıyla verildi. Bir emniyet görevlisi çıkıyor ve ilk kez yaptığı işkenceleri ifşa ediyordu. 

Sonraki sayılarda da devam etti ifşaatları. 9 Şubat 1986 tarihli Nokta dergisinde yayınlanan “İşkenceci polisin itirafları-2” dosyasında yer alan “Gözleri Bile Yara Olmuştu” başlıklı habere göre Polis Caner gözaltındaki Cennet’e yaptıklarını şöyle anlatıyordu: “Kızı içeriye aldılar... soymuşlar anadan doğma ve Filistin askısına almışlardı. Uğur elinde o copla ‘Bak kızlığın filan gidecek, konuş’ diyordu. Uğur'u kenara çektim, kıza ‘Bacım bak beni tanıyorsun. Seni bunların ellerinden kurtaracağım, anlat! Senden bir tek kelime istiyorum. Ali nasılsa yakalanacak... Boşu boşuna eziyet çekme, hemen indirteyim seni buradan' dedim. 'Bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine işkenceye devam edildi…

Bu ifşanın arkasında daha dramatik bir hikâye vardı. Evli olan Sedat Caner İskenderun’da tutuklanan kayınbiraderi Ali Alparslan’a da işkence yapmıştı. Kayınbirader, gözleri bağlı olduğu halde, sesinden, işkencecisinin eniştesini olduğunu anlamıştı. İtirafçı oldu, salındı. Başından geçenleri ablasına anlattı sonra. Abla anlatılanları duyunca çılgına döndü, eşine boşanma davası açtı. 

Boşanma dilekçesini görünce bunalıma giren 1. Şube Polisi Sedat Caner, o zamana kadar 200 kişiye işkence yapmıştı. Yerleri, tarihleri, isimleri ve olayları bütün ayrıntısıyla hatırlıyordu. Çok düzgün konuşuyordu. Sadece “işkence” diyeceği yerde “şey” demeyi tercih ediyordu. Anlatımına göre, bir örgüt elemanı yakalandığında onları çağırıyorlardı. İşkence haneye varır varmaz tezgâh kuruluyor, “gereken muamele” başlıyordu. Gerekli araç ve gereç Filistin askısı, kasap askısı, falaka, “ameliyat masası” gibi işkence aletlerinden ibaretti. Her polis birimi elinin altında böyle bir laboratuvar bulundurmak zorundaydı. “Gereken muamele” falakadan elektrik vermeye, cop sokmaktan asmaya kadar uzanan işkence yöntemleriydi. 

İtiraflardan bildiklerimiz var; “Dev-Savaş” örgütü davası sanığı Hamit Kapan işkencenin en ağırına değil aynı zamanda en uzununa uğramıştı. Hamit 200 gün "gözaltında” kalmış ve o 200 gün boyunca işkence görmüştü. Şöyle devam ediyor Sedat Caner; “Hamit Kapan'ın sorgulaması sırasında biz başarılı olamamıştık... Ankara'dan ayrı bir sorgulama timi geldi, üç memur gelmişti. Biri emniyet amiriydi... Hamit Kapan'a öyle bir şey yapılmıştı ki, 8 saat bir tim giriyordu, onlar çıkıyordu diğer tim giriyordu, 8 saat onlar çalışıyorlardı. Diğer 16 saat içerisinde onun şeyini bitiren diğer timler istirahat ediyorlardı. Uyku uyumaksızın, şey yapmaksızın sorgulaması devam etti. Bu böyle hemen hemen 6 aya yakın sürdü. Bu zaman zarfında Hamit Kapan'a uyku filan yoktu. Gözleri kan çanağı gibi olmuştu, artık gözleri yara bağlamıştı. Haliyle gözleri sürekli açık kalmaktan gözyaşı kuruma yapıyordu. Gözleri böyle kan çanağı gibi yara olmuştu. Ve öyle bir hale gelmişti ki, kimse Hamit Kapan'ın yüzüne bakamıyordu…” Olmayınca Hamit’i fosseptik çukuruna atıp dokuz gün orada tuttular. Çıktığında vücudunda yumruk iriliğinde irinli yaralar açılmıştı. Ama Hamit direnmiş ve tek bir kelime etmemiş, işkencecilerinin iradesini kırmayı başarmıştı. Sedat Caner, Hamit Kapan'a yapılanları “işkencecilerin bile gözlerini yaşartacak” bir olay olarak not ediyor. 

Pazarcık Ortaokulunda okuyan küçük bir kıza yaptıklarını anlattı sonra. Copla tecavüz etmişlerdi çocuğa. Ekibin başı, “Alevi bu kız, yarın öbür gün çocuk doğuracak. Doğurmasın. Bunun zürriyetini yok edeceksin. Bunun doğuracağı çocuk da Komünist çıkacak” diye ikna etmişti mesai arkadaşlarını. Erkeklere de uyguluyorlardı aynı yöntemi ama bir farkla, kola şişesine oturtmak daha eğlenceli geliyordu ekibe…  

Bir de Garbis Altınoğlu'nu çok iyi anımsıyordu. “Güvenini kırmak için burnuna zincir takıldı, tef çalındı ve ayı gibi oynatıldı. Bu bir hafta devam ettikten sonra Garbis Altınoğlu’nun omuzları çökmüştü. Kendisine olan güvenini yitirmişti. Ama yine de konuşmadı” diye anlatmaya başlıyor. Hem büyük bir acı verdiği hem de onur kırıcı olduğu için “kaplumbağa hücresi”ne koymuşlar sonra. Bu ancak çömelerek girebildiğiniz bir kafes. Kıpırdayamıyor, tuvaletinizi altınıza yapıyorsunuz. Saatler geçtikçe eklemleriniz ağrımaya başlıyor, dayanılmaz bir acıyla yüzleşiyorsunuz.  Garbis’i bir hafta tuttular o kafeste. Garbis’i neredeyse ülkedeki bütün polis merkezine, sıkıyönetim komutanlıklarına götürüp dolaştırdılar. Her gittiği yerde işkence tezgahına yatırdılar, domuz bağıyla bağladılar. Sonunda pes ettiler, mahkemeye çıkardılar. Onun için hazırlanan iddianamede Askeri Savcı şöyle diyordu: “Her nasılsa Türkiye’de doğan, Türk tabiiyetinde olan, kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi Üniversitesi’nde tahsil gören, hasılı devlet ve milletin bahşettiği en büyük nimetleri nefsinde yaşayan bu Ermeni oğlu Ermeni…” 

Sedat Caner bunları anlattıktan sonra teslim olmaya karar verdi. Polise değil savcıya teslim olmak istiyordu. Polisten korkuyordu çünkü. Zamanın Başbakanı Turgut Özal’a sordular; “Bizim zamanımızda o yazdığınız çeşit hiçbir şey olmamıştır” diye cevapladı. Ertesi gün, “itiraflar kasıtlıdır” diye ağız değiştirdi. Hem adı geçen polis Dev-Yolcuydu, o sebepten meslekten atılmıştı. Bu açıklamadan bir süre sonra, 25 Mart 1986’da, itirafçı Sedat Caner ile Nokta'nın Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Arda Uskan hakkında dava açıldı. Sanıkların “yayın yoluyla devletin emniyet güçlerini alenen tahkir ve tezyif etmek”ten 1 ila 6 yıl arasında hapisleri isteniyordu.

***

Sedat Caner savcılığa teslim olduğunda “1. MİT Raporu” ifşa edilmek üzereydi. Rapor “2000’e Doğru” dergisinde, 14 Şubat 1988, yayımlandı. Aynı yılın Eylül ayında Nokta dergisi raporun küçük bir kitap boyutundaki eklerini de yayımladı. Bu ekler polis raporlarından oluşuyordu. Eklerde devletin tepe yöneticilerinin iş, aşk ve siyaset trafiği ayan beyan anlatılıyordu. 12 Eylül cuntası çürümüş devleti daha bir çürütmüştü. MİT’te, Emniyet’te çeteler ortaya çıkmıştı, birbirlerini izliyor, birbirlerinin adamlarını öldürüyor, rüşvet alıyor, şantaj yapıyorlardı. Tahterevallinin bir ucunda MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abbas, MİT Güvenlik Dairesi Başkanı Mehmet Eymür ve yardımcısı Korkut Eken, Emniyet Kaçakçılık ve İstihbarat Daire Başkanı Atilla Aytek vardı. Karşı tarafta Emniyet Müdürü Şükrü Balcı, adamları Ünal Erkan, Mehmet Ağar, o dönemde MİT İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş ve MİT elemanları Cengiz Abaoğlu gibi isimler vardı. Her iki taraf da yeterince kirlenmiş ve birbirini yeterince yıpratmıştı. Mehmet Eymür karşı grubu tasfiye etmek amacıyla bir rapor hazırladı. O rapor çok geçmeden basına sızdırıldı. Bu da bir tür ifşa hareketiydi. Eymür ve arkasındaki güç odakları bu yolla yol almak istiyorlardı. Devlet çürümüştü, içinde çeşitli derebeylikleri vardı, bunlar türlü çeşitli pislikler yapıyorlardı. 

Ama rapor karşı tarafla birlikte hazırlayıcılarını da vurmuştu. Müsteşarlığın kapısından dönen Hiram Abbas 1990’da arabasının içindeyken yapılan bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Mehmet Eymür açığa alındı ve ABD’nin yolunu tuttu. Bir süre sonra ABD’den daha güçlü bir şekilde dönecek, yine pek çok olaya karışacak ve yine kaçacaktı. Birinci MİT Raporu da kıyamet koparacak gibi görünmesine rağmen zamanla unutulup gitmişti.

Tabii bütün bu olaylara işkence iddiaları da eşlik ediyordu. Eymür’e “Komünizmle mücadele ederken” elektrikli işkence uygulayıp uygulamadığını sordular. “Samimi söyleyeyim mi, yaptım mı yapmadım mı onu bilmiyorum. Gençken ataktım, zaman zaman yanlışlar yapmış olabilirim. Hiçbir zaman elektrik kullanmadım. Klasik falaka” diye geçiştirdi. Devlet bir takım nahoş yöntemler kullanabiliyordu gerektikçe. Sedat Caner’in işkenceyi ifşa etmesi hiçbir işe yaramamıştı anlayacağınız. 

***

Sedat Peker’in ifşalarının moda olduğu zamanlardı. Mehmet Eymür’e “ne diyorsunuz” diye sordular. “Sedat Peker'in takipçisi çok, kendi söylediği gibi çok pirüpak bir insan değil, kan akıtacağız öldürün kardeşlerim diye 15 Temmuz'da bağıranlardan biriydi. Ben bir kere karşılaştım. Kendisinin iş adamı olduğunu söyledi, ben de iş adamı 30 kişi arkasında gezmez dedim. Bugünkü iddiaları çok ilginç, canı yanmış, canı yanmadan bunları anlatsa daha makbule geçerdi tabii” diye cevapladı soruyu. Zaten Peker’in ifşa ettiklerinin esası da 1. MİT raporunda anlatılanlardan ibaretti. Erdoğan Demirören Milangaz’a el koyarak, Yorgi Papadolos'u haraca bağlayarak, şantaj yaparak, kamu görevlilerine rüşvet vererek edinmişti servetini. Mehmet Eymür tarafından hazırlanan 1. MİT Raporunda yer alan bilgilerden bir kısmını ballandırarak anlatıyordu özetle. O raporun başrol oyuncusu Mehmet Ağar’ı da karşısına almıştı haliyle. AKP’yi de hedef alıyor gibi görünmesine rağmen suçlamaların hiçbiri “Tayyip Abi” dediği Erdoğan'ı doğrudan ilgilendirmiyordu. Zaten o kısmını açıklama vaadi hala yerine getirilmiş değil. Bu pek mümkün de değil. Varsa bir suç Sedat Peker boylu boyunca o suçun içindedir çünkü. 

Bir not daha: O meşhur MİT Raporu eklerini yayımlamaktan ceza alan tek kişiyim. Eklerdeki iddialardan bir kısmını “Eymür” kitabına almıştım. Dava açıldı, ceza verdiler. “Daha önce yayınlanmış olması sizin de yayınlayabileceğiniz anlamına gelmiyor” dedi mahkeme. Madalya koleksiyonumun nadide parçalarından biridir!

***

Çok suç varsa çok ifşa olur. 12 Eylül’den sonra devlet hızla bir suç örgütüne dönüştü, haliyle ifşadan geçilmiyor ortalık. Halbuki suç örgütlerinde “omerta” yasası geçerlidir. “Erkeklik” anlamına gelen Omerta aynı zamanda mafya üyelerinin uymaları gereken kurallara işaret ediyordu. Mafya ezilen Sicilyalıları koruma amaçlı bir kabadayı organizasyonuydu çünkü. Omerta buradan doğmuştu. Sonra adanın adalet sistemi mafyaya kaldı bütünüyle. Haliyle mafya devlet olmuş, ada dışındaki öteki devlete bilgi vermemek hayati bir kurala dönüşmüştü. 

Sadece bizde değil, dünyanın her yerinde devletler hukuktan arındırılıyor, bir mafya organizasyonuna dönüştürülüyor. Ara sıra kaçaklar oluyor haliyle, içlerinden biri ilişkilerini açıklamaya karar veriyor. Ama tabii ancak bildiklerinin ucunu gösterebiliyorlar. Çünkü açıklayan da sonuçta bir mafya üyesidir. Çamur ona da bulaşmıştır, suçun bir parçasıdır. 

İtiraflardan, ifşalardan medet ummak boş iştir haliyle. Sedat Peker sustu, “delilerin delisi” adlı bir karikatürü çıktı ortaya. O da selefi gibi boş dosya kağıdını sallıyor şöyle bir, “açıklarsam yerle bir olursunuz” diyor muhataplarına. Sedat Peker de Mehmet Eymür’ün bir karikatürüydü zaten. Hepsi zavallı birer Sedat Caner’dir. Bildiklerini açıklasa ne açıklamasa ne?

Hukuk yoksa devlet mafyalaşır. Devlet mafyalaştığında halk düşmanı bir organizasyon çıkar ortaya. Bu durumda ifşalar bir işe yaramaz artık. Devlet mafyalaştığında güvenebileceğiniz tek şey halkın örgütlülüğüdür.