'Kendi karşı-hegemonyasını oluşturabilmek için örgütlenme- halkı bilinçlendirme- eyleme geçirme çabalarını aralıksız sürdürmek sosyalist/komünist solun vazgeçilmez önceliğidir.'

İdeolojik hegemonya

Hayır, derdimiz dünya çapındaki ideolojik hegemonya meseleleri değil. Zaten ortada "sistemler arası" bir hegemonya mücadelesinin zemini yok. Kuşkusuz aşınan ABD hegemonyasına karşı Çin gibi yeni bir hegemon adayının somut ekonomik-siyasi-askeri-kültürel-ideolojik hamleleri var. Ama bunlar alternatif bir ekonomik /toplumsal sistem inşasına yönelik değil; kapitalist sistemin neoliberal işleyişini sonuna kadar kendi genişleyici modeline dayanak yapmaya yönelik. Kendi yararına işlediği sürece Çin yönetimi uluslararası düzlemde ekonomik neoliberalizmin daha katıksız destekleyicisi konumunu da sürdürecek gözüküyor. Dolayısıyla, Çin ile ABD (Batı) arasındaki hegemonya mücadelesi, daha çok ulusal/bölgesel/küresel çıkarlar eksenli olarak   sürdürülüyor.

Kuşkusuz sistem-içi hegemonya mücadeleleri de olabilir. 1980'lerde Anglosakson dünyadan neşet eden neoliberal düzenleme rejiminin hızla diğer merkez ve çevre ülkelerine yayılması, mali emperyalizmin uluslararası kurumlarının da katkılarıyla, sistemik bir gereklilik olarak sunulmaktaydı. O kadar ki, bu yeni birikim rejimi M. Thatcher tarafından "alternatifi yok" ("There Is No Alternative" yani TINA) biçiminde sunulduğunda bu slogan muazzam bir idelolojik zorlama aracı olarak da iş görecekti.  Türkiye'de Evren-Özal rejiminin böyle bir zorlamaya ihtiyacı olmamıştı çünkü zaten Türkiye IMF programı altında yol alıyordu ve  emperyalizme "istenilenden fazlasını vermek" Özal'ın (daha sonra Erdoğan'ın) tarz-ı siyasetinin merkezindeydi.

Bugün sistem-içi farklı birikim süreçleri tartışması ve farklı hareket tarzları var mı? Bazıları bazı ülkelerde ortaya çıkan kimi kamulaştırmaları (örneğin Fransa Elektrik şirketinin özelleştirilmiş yüzde 16 hissesinin yeniden devletleştirilmesini) neoliberal uygulamalardan geri dönüş ve alternatif bir sermaye birikim sürecinin başlaması olarak kodluyorlar. Bunun çok erken ve henüz genellemelere varabilmek bakımından çok boyutsuz olduğunu şimdilik saptamakla yetiniyoruz.

ULUSAL ÇAPTAKİ HEGEMONYALAR

Bu yazıdaki derdimiz, daha dar ölçeklerde kurulan veya kurulmaya çalışılan  siyasi-ideolojik hegemonyalar olacak ve seçilmiş mekanımız Türkiye'yle, zaman kesitimiz de 21. yüzyılla sınırlı olacak.

Türkiye'nin 21. yüzyılı 2000 yılında başlatılan çok sert bir IMF/DB düzenlemesiyle açıldı. Türkiye, 1980'lerden yani IMF-Özal programlarından gelen ekonomik savrulmaların bedelini 1990'ların sonunda ciddi bir kamu maliyesi ve bankacılık kriziyle ödemekteydi. Bu krizlerin oluşmasında IMF'nin de sorumluluğu vardı ama Aralık 1999'da IMF'nin gözetiminde hazırlanan Niyet Mektubu'nda tüm sorumluluk 1990'ların siyasi yönetimlerine çıkarılıyordu. IMF'nin döviz çıpasına bağlı programı Hükümet tarafından sadakatle uygulanmasına rağmen Kasım 2000 ve Şubat 2001'deki sarsıntılarla (IMF programının asli kusuruyla) çökmekteydi ama IMF gene sorumluluktan azâde idi.

Bütün bunlara rağmen, neoliberalizme kazanılmış siyasi ve bürokratik kadrolar kolayca mevcut IMF/DB programının (çıpasız versiyonunun) devamında birleştirilmiş ve kadroya K. Derviş'in de ilavesiyle yola devamda karar kılınmıştı. Bu bir ideolojik hegemonyanın açık tezahürüydü. Programda yanlış olamazdı. (Tökezlemenin sorumluluğunu, Sezer-Ecevit arasındaki Anayasa kitapçığının fırlatılması meselesine kadar indirgemeyi de başarmışlardı).

2002'de AKP bu programla iktidarı geldi ve sözde başarı hikayesini onun (daha doğrusu bol kaynaklara boğulmuş dünya ekonomisinin ve içerde haraç-mezat özelleştirmelerin) üzerinden yazdı. Buraya kadarı çok tuhaf olmayabilirdi belki; ama 20 yıl sonra bugünün iktidar alternatifi "Altılı Masa" siyasetçilerinin hâlâ bu programdan hayırhah olarak söz edip onun güncel (ve kuşkusuz yeniden 3 Y karşıtı) bir versiyonundan medet ummalarına ne demeli? Hayalgücü ve yaratıcılık yoksunluğu mu yoksa sistemle uyumsuz duruma düşmekten dehşetli korku mu? Belki de daha basit olarak, neoliberal düzenin dışında başka bir ufka hiç sahip olamamak mı?

Bu hegemonyayı hafife almamak gerekir. Gelir/servet dağılımında inanılmaz boyutlara varan çarpıklığa, yoksullaşmada açlığa kadar giden kötüleşmeye hergün şiddetle itiraz edip ondan sonra çözüm olarak neoliberal reçeteye sadık kalacak olmak ne yaman bir çelişkidir! Başka açıdan bakılırsa, kapitalist sistemin ve emperyalizmin ne denli ağır bir hegemonyasıdır! Üstelik sistem partileri, bu yönelişlerine aykırı seslerin çıkmasını da istememektedirler. Ellerinden gelse sosyalist/komünist hareketleri de yanlarına çekebilmek için hiçbir tereddüt göstermemektedirler.

Bu sistem partilerine "Altılı Masa" dışındaki HDP de dahildir. Bu parti kendini yeri geldiğinde "solcu" gibi göstermesine ve sosyalist sol üzerinde tahakküm ilişkilerini hiç elden bırakmak istememesine rağmen, sistemin liberal kanadına aittir ve bu sadece ekonomik programı/söylemi bakımından geçerli değildir. Siyasi liberalizmi daha da "ileride" bile sayılabilir.

Bu nedenle meseleyi sadece ekonomik programla sınırlamak doğru değil. Sistemin ideolojik-kültürel hegemonyasının tam nüfuz edemediği bütün siyasi hareketler,  bütün demokratik meslek örgütleri her zaman hedefte olacaktır.

Tam da bu nedenlerle, bu hegemonyalara karşı direnmek, kendi karşı-hegemonyasını oluşturabilmek için örgütlenme- halkı bilinçlendirme- eyleme geçirme çabalarını aralıksız sürdürmek sosyalist/komünist solun vazgeçilmez önceliğidir.