"İnsan bencil mi?" bu zor sorunun peşine düşen ve baştan kaybedilmiş gibi görünen bir kavganın hikâyesini yazmak istiyorum.
Yazma ediminin kendisi çoğunlukla kesintiye uğrayan bir süreçtir. Yazıyla ilişkisi yoğun olan ve ekmeğini bunun üzerinden kazanan insanlar genellikle yanlış algılanırlar. Belirli bir mesafeden bu insanlara baktığımızda onları nitelikli bir yazı makinesi olarak görebiliriz. İnsan zihnindeki tüm bu yanlış tanımlamaların temelinde üretim ilişkileri yatar. Zorunluluğa dönüşen çalışma ve kapitalizmin bizlere sunduğu perspektif, etrafımızdaki her şeyin giderek makineye dönüştüğü bir görüntü oluşturur. Bu görüntüde insana yer yoktur. Diğerkamlık duygusu def edilmiş, duygulardan arındırılmış ve Taylorizme iman etmiş rasyonel insan vardır karşımızda. O, artık elleri, ayakları, gözleri ve kulaklarıyla gördüğümüz şey bir insan değil makinedir.
Görüntünün bu rasyonalize edilmiş hali bize gerçeğin tamamını vermez. Uzun süredir yazmaktan uzaklaştığımı ve yeniden yazma edimine koyulduğumu fark ediyorum. Bu döngü, insan olan herkes için doğal bir süreç. Demek ki doğal olan şey, durup dinlenmeden çalışmak değil, bazen soluklanmak ve bazen de uzaklaşmayı bilmektir. Uzun süredir yazmayı ertelediğim bir konu hakkında artık kendimi tamamen hazır hissediyorum.
Yazmak için insan güçlü bir ereğe ihtiyaç duyar. Artık o ereği avuçlarımın arasında hissediyor ve kendimde yazmak için yeterli cesareti buluyorum. "İnsan bencil mi?" bu zor sorunun peşine düşen ve baştan kaybedilmiş gibi görünen bir kavganın hikâyesini yazmak istiyorum. Nevzat Evrim Önal’ın kitabına ya da doğrudan sorduğu soruya, üç başlı mızrağını bileyen bir zebani gibi yanıt vermeye çalışarak başlayacağım. Yani, ideolojik bir önyargıyla insanın asla dayanışmacı olamayacağına dair çeşitli varsayımlarda bulunacağım. İdeoloji biraz da bu önyargıların hayatımıza koyduğu sınırlarla ilişkili bir şey. Bu sınırlara sıkı sıkıya tutunanların böylesi şeytani bir dev aynasına ihtiyacı var. Zira kocaman puntolarla sorulan "İnsan bencil mi?" sorusuna “sorumu bu, elbette bencil” cevabını verip, kitabı fırlatıp atanları neler kaybettiğini sorgulamaya davet edeceğim…
Türkiye’deki bebek ölümlerine ve para kazanmak için birer yamyama dönüştürülen insanların şu haline baksanıza bu insanlardan mı dayanışma çıkacak? Depremde artan çimento hisselerine, tonlarca betonun altında insanlar yardım çığlıkları atarken ve aileler sevdiklerini kurtaracak tek bir vincin gelmesi için çırpınırken, beklenen vincin bir cemaatin enkaz altında kalan para kasasını kurtarışına baksanıza. Tüm benliğiyle insanlığından çıkarılmış şu bencil güruha bakıp, insan doğasının bencil olmadığını iddia edebilmek için ancak Nevzat Evrim gibi "ideolojik" olmak gerekir.
Peki, tüm bu lanetli malumat yığınına neden boğuluyor insanlık? Sosyal medyada, kitle iletişim araçlarında biteviye neden insanın yarattığı vahşete tanıklık etmemiz isteniyor? Tanıklık ettiğimiz ve sürekli olarak bize telkin edinen şey ne? İnsanın bencil olduğuna inandırılmamız. Hatta insanın vahşi bir hayvan olduğuna, doğasında bunun olduğuna iman etmemiz isteniyor. Mağara insanından beri geliştirdiğimiz ve giderek büyüttüğümüz ve bir erdemler bütününe dönüşen insanlığın (uygarlığın) birikimi bir vahşet pornografisine kurban ediliyor. Evet, rasyonel insan bu vahşeti de bir para kazanma nesnesine dönüştürmeyi başarıyor. Bu koro bir anda ses değiştiriyor ve tüm bu lanetli şeylerin Türkiye’ye özgü olduğunu haykırıyor. Medeni Avrupa’da böyle şeyler olmaz deniyor. İdeoloji bu sefer yön değiştirerek, herkesin ulaşmayı hayal ettiği bir arzu nesnesini yaratma uğraşına dönüşüveriyor. Kendimizi diğer uluslarla eşit hissetmemizin önüne geçiliyor ve sinsice üçüncü dünyadaki yerimiz hatırlatıyor. Gelişmemiş insanımızın ve toplumumuzun vahşi eylemleriyle kapana kısılmış gibi hissediyoruz belki de kendimizi.
Oysa İrlanda adasında yer altından yeryüzüne çıkan bebek çığlıkları var. Binlerce annenin sessiz gözyaşlarıyla haykırdığı bir trajedi var. Bu cehennemin adı: "Anne ve çocuk evleri".1 Evlilik dışı hamile kalan kadınlar, Katolik kurallar gereği çocuğunu aldıramadığı için bu merkezlere gidip acılar içinde doğum yapmaya zorlandı. Kadınlar doğum yaparken ihtiyaç duydukları sevgi ve merhametten uzaktılar. Katolik kilisesinin görevlileri onlara gaddarca davrandı. Peki, doğan çocuklara nasıl davrandılar? Bir kısmına bakmadılar ve çocukların hastalıktan ya da açlıktan ölmesini beklediler. Ölen küçük bedenleri foseptik çukurlarına attılar. Unuttukları şey, layığıyla gömülemeyenlerin bir gün atıldıkları çukurdan çıkıp adalet çığlığı atacak olmasıydı. Katolik kilisesi, hayatta kalan çocukları ABD’de çocuğu olmayan ailelere sattı ve para kazandı. Rasyonalite işliyordu ve her şey dibine kadar akılcıydı. Tüm bu vahşeti bize akıl dedikleri renkli ambalajlarda pazarladılar. Oysa ortada buz gibi bir barbarlık vardı. 1930’lu yıllarda başlatabileceğimiz bu trajedi İrlanda'da 1990’lı yıllara kadar sürdü. Bebeklerin öldürüldüğü tek ülke Türkiye değildi. Avrupa’dan bir diğer örnek İsveç’ten, bu köşeyi dikkatle takip eden okurlar hatırlayacaktır; İsveç’te mültecilik başvurusu yapan çocuklu aileler ülkedeki akıbetlerini belirleyecek kararı beklerken yoğun bir stres altında yaşarlar.2 Bu Avrupalıların batılı olmayan insana karşı bulduğu incelikli bir işkence yöntemidir. Yıllarca sınır dışı edilme korkusuyla yaşayan aileler kaçınılmaz biçimde bu stresi evlatlarına yansıtırlar ve çocuklar bir anda zihinlerindeki şalteri indirerek bu acımasız işkenceye karşılık verirler. Hastalığın adı: Teslimiyet Sendromu/Vazgeçme Sendromudur. Çocuklar ellerini havaya kaldırır ve medeniyetin insan öğüten düzeni karşısında teslim bayrağı çekerler. Dış dünyaya cevap vermez ve yatalak olurlar. Tıpkı bir felçli gibi. Hastalık, İsveç’in inşa ettiği mültecilik sistemine özgü bir hastalık olarak kayda geçer. Demek ki kapitalizmin işlediği her coğrafyanın kendine has bir vahşet hikayesi var. Hepsi dibine kadar akılcı, hepsi sistem için bir mantık çerçevesinde yürütülmüş operasyonlardır. Sahi, Nevzat Evrim Önal’ın kitabını tüm bu karanlığa rağmen mi okuyacağız?
Evet, çünkü bir yerlerde insan doğası kendi mekaniğiyle işlemeye devam ediyor ve birileri buradan aldığı güçle kapitalizmin akılcılık dediği bu vahşetle kahramanca mücadele ediyor. İnsanın bir yönüyle gerçeğe dayanan bu vahşi geçmişten ibaret olmadığını gösteren pek çok şey yaşanıyor. Kocaman bir gözyaşı adası olan İrlanda, yaşadıklarına rağmen silkiniyor ve Filistinli çocukların sesi olmak için büyük bir azimle mücadele ediyor. Bunun yanında hiç fark etmediğimiz kahramanlık öyküleri sessizce yazılıyor ve bu tanımadığımız kahramanlar yine sessizce aramızdan ayrılıyor. Gelelim bu yazıyı yazmak için bana güç veren şeye, Norveçli Mats Steen’in yaşamla olan mücadelesine. Steen, doğumdan itibaren bir kas hastalığından mustariptir ve bu hastalık yaşı ilerledikçe ağırlaşacaktır. Toplumsal yaşamdan kopan genç adam kurtuluşu dijital dünyada bulacak ve orada insanın gerçek doğasına ilişkin güçlü izler bırakacaktır. Mats Steen, dijital dünyadaki adıyla "Ibelin" bu alandaki sınırları aşacak ve gerçek yaşama da etki edecektir. Ibelin, bu dünyadan göçüp gittikten sonra, dijital dünyada gerçekleştirdiği etkiyle bir belgesel filme konu olacaktır. Okurların bu güzel belgesel-filmi izleyebilmesi için daha fazla ayrıntı vermek istemiyorum.3 Ancak bu hikâyenin içinde gerçek insanı bulacaklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Gerçek insan nedir? Empati duygusunu vahşi kâr hırsına şeytana satmamış insandır. Ibelin’in dijital dünyada gerçekleştirdikleri bana bazı fikirlerimi sorgulama ve eleştirme imkânı sundu. İnsanın olduğu her alan, bir mücadele alanıdır. Bu yüzden bir şeyleri kesinlikle reddetmek her zaman en iyi yol ve yöntem değildir. Norveçli Mats Steen, iletişimin insani bir edim olduğunu bu kez de dijital ortamda kanıtlamıştır. Elbette en doğru iletişim biçimi, yüz yüze ve toplumla etkileşim içinde yapılan iletişimdir. Ancak insani iletişimi yıktığını ve yok ettiğini kısmen de haklı olarak düşündüğümüz, dijital dönüşümün kendi içinde bazı önemli imkânlar yarattığını görmek zorundayız. Gerçek yaşamda ya da dijital evrende nerede olursa olsun Mats’in yaptığı gibi insana ait olan dili bulmak ve buradan yürümek zorundayız. Bu da bize dijital evrendeki mücadelenin ve iletişimin önemini açık bir biçimde gösteriyor.
Sosyalizm mücadelesi bu saf insanı ve erdemi yüceltme mücadelesidir. Nevzat Evrim Önal, kitabında bize gündelik kavga içerisinde unuttuğumuz çoğu şeyi hatırlatıyor. Kitabı okumak için henüz hazır değil ve içinde bulunduğunuz karanlığı başka bir biçimde anlamlandıramıyorsanız (yani hâlâ insan doğası gereği bencildir diyorsanız) önce Ibelin’in hikâyesine bir göz atın derim. Bu belki de ön yargılarınızın kırılmasına ve insanın doğasına dair esaslı sorgulamalar yapmanıza ve hatta kitabı elinize alıp esaslı bir yolculuğa çıkmanıza neden olabilir. Nevzat’ın son köşe yazısında (Kronos’un midesinde) belirttiği gibi, "mağara adamı neden bebeğini öldürsün ki?"; mağara adamı yeni gelen kuşakları kendi ritüelleriyle kutladı ve onu korumak için elinden geleni yaptı. Alaeddin Şenel hocanın dikkatle işaret ettiği gibi, mağara adamını aşağılamayı bırakıp, bugün ondan ne öğreneceğimize bakmak zorundayız.
- 1. ‘A History of Shame: The Truth Behind Ireland’s Mother and Baby Homes Revealed’ https://thegloss.ie/mother-and-baby-homes-report-ireland/#:~:text=After… Erişim Tarihi: 26.10.2024
- 2. BKNZ: ‘İsveç’in karanlık yüzü: Mülteci çocuklar nasıl yaşayan bir ölüye dönüştü?’
- 3. ‘The remarkable life of Ibelin (Ibelin’in Olağanüstü Hayatı)’ olarak internette bulup izleyebilirsiniz