"Türkiye hâlâ 12 Eylül rejiminde yaşıyor; AKP-MHP ikilisi antikomünist şebekenin Türkiye’yi içerisine soktuğu karanlığı mantıksal sınırlarına taşıma misyonunu üstlenmiş durumda."
“Zaman zaman üzerinde elbise olmadan sadece küçük bir battaniye vererek hücrelere atarlardı bizi. Ona karşı uzun bir direniş sürdü. Tabii bu arada şöyle bir şey de oldu onu anlatmadan geçmeyeyim. Bize bir ara bir özellikle hücrelere götürüp çıkarırken yoğun iğne vurmaya başladılar. Yani ne olduğunu bilmediğimiz tarzda böyle bir anda işte 5 enjektörün, 6 enjektörün doldurulup iğne vurulduğu olaylar olmaya başladı. Hücreye giden arkadaşların hemen hemen hepsine aşağı yukarı bu uygulamayı yapmaya başladılar. Hücreye giriyorsun 1 hafta sonra çıkıyorsun, girerken atıyorum 10 tane iğne yiyorsun çıkarken bir 10 tane daha iğne yiyorsun. Sonra 1 hafta sonra bir daha gidiyorsun yine o iğneyi vuruluyorsun.”
12 Eylül darbesinden sonra tutuklanarak cezaevine konulan devrimci mahkûmlardan biri olan ve bugün de BirGün gazetesinin yönetim kurulu başkanlığını yürüten İbrahim Aydın, böyle anlatıyor üzerlerinde yapılan deneyleri.
Aydın gibi birçok siyasi mahkûm üzerinde yapıldığı anlaşılan bu deneylerin bir kez daha gündeme gelmesinin nedeni ise Muazzez İlmiye Çığ’ın geçtiğimiz günlerdeki ölümü oldu. Çünkü Çığ, bu deneyleri gerçekleştiren HZİ Vakfı’nın kurucusu ve yönetim kurulu başkanıydı. Kardeşi Turan İtil ise Ayhan Songar’la birlikte bu deneylerin başındaki isimdi. Bu deneyler için yürütülen programı ise yapılan görüşmeler sonunda Genelkurmay Başkanlığı organize edecekti.
Hem askerler hem de deneyleri yürütenler, devrimci, sosyalist, komünist olmanın bir akıl hastalığı olduğunu düşünüyor ve bu deliliği iyileştirebileceklerini düşünüyorlardı. 12 Eylül sonrasının cezaevleri adeta savaş esirlerinin konulduğu birer toplama kampı niteliği taşıyor ve buraya hukukun h’sinin sızmasına izin verilmiyor, akla hayale gelmeyecek bir şiddet ve işkence süreklileşmiş bir şekilde devam ediyordu. Tüm bu işkencelere mahkûmlar üzerindeki testlerle ilaç ve iğne deneylerinin eşlik ettiği ise yıllar sonra öğrenilecekti.
Cezaevleri 12 Eylül rejiminin ete kemiğe büründüğü yerlerdi ama 12 Eylül bununla sınırlı değildi. İtil’in çalışmaları beraber yürüttüğü Ayhan Songar, Aydınlar Ocağı’nın üyesiydi ve Aydınlar Ocağı mensuplarının komünizme karşı formüle ettiği Türk-İslam sentezi generaller tarafından darbenin resmi ideolojisi olarak benimsenmişti.
Milliyetçi-muhafazakâr ve elbette ki antikomünist akademisyen ve yazarları bir araya getiren Aydınlar Ocağı 14 Mayıs 1970’de solun siyasal ve kültürel hegemonyasına karşı kurulmuş, 70’li yıllar boyunca antikomünist şebekenin en etkili yapılanmalarından biri olarak hareket etmiş ve Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunda önemli bir rol oynamıştı.
Ocak esas rolünü ise 12 Eylül’de yerine getirecek ve “darbenin aklı” olma işlevini üstlenecekti. Hiçbir zaman resmi üye olmamakla birlikte Turgut Özal, darbeye giden yoldaki en önemli uğraklardan biri olan 24 Ocak Kararları’nı önce ocak üyeleriyle istişare etmişti. 1982 Anayasası’nın mimarlarından Orhan Aldıkaçtı Aydınlar Ocağı üyesiydi ve ocağın darbeciler için hazırladığı anayasa taslağı ile 1982’de kabul edilen darbe anayasası arasında ciddi benzerlikler vardı.
Darbe yılları boyunca Aydınlar Ocağı üyeleri Türk-İslam sentezinin devlet ideolojisi haline getirilmesi doğrultusunda kritik görevlere getirildiler. Uğur Mumcu Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan 15 Eylül 1982 tarihli yazısında bu atamalara dair şöyle diyordu:
Söz gelişi Devlet Başkanı Sayın Evren hakkında hiç de hoş olmayacak düşüncelerini bildiğimiz Ankara Üniversitesi Rektörü Sayın Tarık Somer’i bu göreve kim önermiştir? Yargılanan bir siyasi partinin sözcülüğünü yapan Ortadoğu gazetesi başyazarı Erol Güngör, Sayın Doğramacı’ya kimler tarafından salık verilmiştir? “Aydınlar Ocağı” başkanı Prof. Salih Tuğ bunca öğretim üyesi arasından nasıl çekilip çıkarılmıştır? Eski solculardan ve yeni ülkücülerden “Ülkücü Öğretmenler Derneği Kongre Başkanı” Prof. Dr. Erol Cansel, Ankara Üniversitesi Rektör Yardımcılığına kimlerin isteği ile getirilmiştir? (…) Prof. Doğramacı, üniversite ve fakülte yönetimlerini sağcı derneklerin yönetim, denetim ve etkisine açmıştır.
Giriş serbesttir!
İtil’le birlikte mahkûmlar üzerindeki deneyleri organize eden Ayhan Songar 1982-1984 yılları arasında Aydınlar Ocağı’nın genel başkanlığını üstlendi. Songar darbe döneminde hem TRT Yönetim Kurulu üyeliğine hem de Devlet Planlama Teşkilatı’na bağlı olarak kurulan Milli Kültür Özel İhtisas Kurulu’na atandı. 12 Eylül, toplumun sağcılaştırılmasına yönelik bir projeydi ve şimdi antikomünist şebekenin üyeleri devletin çeşitli kademelerinde kendilerine yer bulmaktaydılar. Antikomünist şebekenin bu kurula atanan diğer önemli isimleri ise şunlardı: Erol Güngör, Muharrem Ergin, Ahmet Kabaklı, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Altan Deliorman.
Türkiye, postallı bir rejimi tarafından neoliberalizme ve dinciliğe bir arada açıldı. Neoliberalizmin Türkiye temsilcisi, patron örgütü MESS’in başkanı, TÜSİAD’ın gözbebeği, Nakşi Turgut Özal, darbe öncesi 24 Ocak Kararları’nı hayata geçirirken darbenin ardından ekonominin sorumluluğunu üstlendi, 1983 seçimlerinde de başbakan oldu. Aydınlar Ocağı mensupları devletin önemli kademelerine yerleştirildiler, zorunlu din dersi anayasaya sokuldu, tarikat ve cemaatlerin Suud sermayesiyle palazlanması bu dönemde gerçekleşti.
Tüm bunlar ise Türkiye’nin sermaye düzeninin ihtiyacı olarak hayata geçirildi. Darbe döneminde ABD’nin İstanbul başkonsolosluğu görevinde bulunan Robert Houghton, 27 Eylül günü, yani darbeden iki hafta sonra Washington’a yolladığı istihbarat raporunda şöyle diyordu:
İş adamlarının çoğu neredeyse havalara uçuyor. Bu havaya uçma halinin nedenini geçmişteki terör olaylarının sonlanması ve belirsizliğin ortadan kalkması kadar geleceğe yönelik vaat edici bir ortamın ortaya çıkması da oluşturuyor.
İş adamları için grev, iş yavaşlatma, terör tehditleri, döviz ve emtia sıkıntısı gibi durumlar gündelik hale gelmişti.
İş insanları kendilerini artık -belki de biraz fazla emin bir şekilde- çok daha güvende hissediyorlar ve yalnızca grevdeki çalışanlarının fabrikaya geri dönmesinden değil, döndükten sonra iş yapmaya başlamış olmasından dolayı da rahatlamış durumdalar.
İş dünyasından irtibat kurduğumuz kişilere göre, tüm fabrikalar çalışıyor ve üretim düzeylerinin de artacağı konusunda iyimserler.
Bugün 12 Eylül darbesinin ekonomi-politiği, ihracata dayalı birikim modeliyle, özelleştirmelerle, döviz-faiz-borsa üçlüsünden müteşekkil finans kapitalin egemenliğiyle, sendikal hareketin bastırılmasıyla, düşük ücretlerle, asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesiyle yoluna devam ediyor. Öte yandan darbenin ideolojisi olan Türk-İslam sentezi İslamcı AKP ile milliyetçi MHP’nin ortaklığında iktidara gelmiş durumda. Tarikat ve cemaatler birer holding gibi hareket ediyor, devleti parsel parsel kendi aralarında bölüşüyor. Yani Türkiye aslında hâlâ 12 Eylül rejiminde yaşıyor; AKP-MHP ikilisi antikomünist şebekenin Türkiye’yi içerisine soktuğu karanlığı mantıksal sınırlarına taşıma misyonunu üstlenmiş durumda.
Eğer Yenidoğan çetesine baktığımızda başta sağlık olmak üzere her alandaki özelleştirmeleri, kreşlerin kapatılması girişimine baktığımızda siyasal İslam’ın kadına biçtiği rolü, ÇEDES ve MESEM’e baktığımızda dinci gericilikle piyasacılığın işbirliğini görmezsek, eğer laikliği, kamuculuğu, halkçılığı, sınıf eksenli bir siyasetle sentezleyip bir araya getirecek bir yol açmazsak bu karanlıktan kurtulmak hiçbir şekilde mümkün olmayacak.