'Hürriyet-i Ebediye’de, Abide-i Hürriyet’in önündeyiz. Başka türlü bir devrime ihtiyacımız var şimdi, merakla ve minnetle orada yatanlara bakıyoruz!'

Hürriyet-i Ebediye’de, Abide-i Hürriyet’in önünde

1908’de ne var? Eşitlik, özgürlük, kardeşlik ideali var. Baskıcılığa, tek adam yönetimine karşı dağa çıkma var. İttihat Terakki ve Hürriyet var. Ve tabii Talat, Enver ve Cemal var. Üçünü de paşa biliyoruz, hükümleri henüz paşaların devrimci olabildiği zamanlardadır. 

Bir günde ulaşılmamıştır 1908’e. Tek adam yönetimine son verme çabaları Mithat Paşa, Ziya Paşa ve büyük aydınımız Namık Kemal’le başladı. Vuruştular, düşürdüler ve düştüler. 1908, onların başlattığı 30 yıllık mücadelenin içinden çıktı. 1906’dan itibaren genç subayların kurduğu gizli örgütler, Selanik’te ve Manastır’da, baskıcı Abdülhamit’in kıyametine hazırlık yapıyordu. Osmanlı sallanıyordu, devrimcilerin aceleleri vardı, tez zamanda memleketi kurtarmak için harekete geçmek istiyorlardı. 

Büyük olayların küçük başlangıçları vardır. Her şey Resne’de Kolağası, Yüzbaşıdır, Niyazi Bey’in monarşiye isyan edip bu amaçla dağa çıkmaya karar vermesiyle başladı. Dağa çıkanlar iki-üç subay ve 150 civarında gönüllü fedaiden ibaretti. Az ancak kararlıydılar. İsyanı bastırmak için gönderilen Şemsi Paşa’yı korumalarının arasında vurdular, yerine gönderilen paşayı kaçırıp hapsettiler. Abdülhamit’in olayların önüne geçecek gücü kalmamıştı. Yıkmak sadece kuvvet değil aynı zamanda cesaret işidir. Bizi Hürriyete taşıyan kuvvetten çok tuhaf adamların cesaretidir. 

Dağa çıktıysan ne yapacaksın? 23 Temmuz 1908’de Niyazi ve Enver İstanbul’a çektikleri telgrafla meşrutiyet ilan etti. Koca imparatorluk o telgrafı bekliyor gibiydi. Gerisi bir halklar bayramıdır. Sultan devrilince, tebaası sultan olmuştu. Hürriyetin birleştirici tutkal olduğu bir “Osmanlı Ulusu” yaratılmış gibiydi. Hürriyetin ilanının ardından yapılan ilk seçimde Meclis’e girenlerin dağılımı da bunun göstergesiydi. 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Musevi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 2 Ulah ve 1 Asuri oluşuyordu yeni meclis. Bu çeşitliliğin gösterdiği şey çeşitli din, dil, ırka ait topluluklar arasındaki çatışmalar son bulduğuydu. Halklar hapishanesinin parmaklıkları o gün kırılmıştı. Devrim barış getirir! 

***

Ama sonra iki önemli gelişme daha oldu. Birincisi 31 Mart gerici ayaklanmasıdır. Daha üzerinden bir yıl geçmeden Hürriyet’ten rahatsız olan bütün gerici güçler “şeriat isteriz” nidalarıyla ayaklandılar. İstanbul’u işgal ettiler, önüne çıkanı boğazladılar, asker-sivil yüze yakın insanı katlettiler. Kışkırtıcısı Nakşibendi tarikatı mensubu gerici-yobaz Derviş Vahdeti ve onun yönettiği “Volkan” gazetesidir.

İstanbul’da karşı devrim oluyordu. Hareket Ordusu koştu yetişti. Türkler, Bulgarlar, Rumlar ve Yahudilerden oluşan gönüllü taburlarının başında Mahmut Şevket Paşa vardı. Neredeyse bütün Rumeli birleşmiş, Meşrutiyeti yıkanların üzerine yürüyordu. Sert çatışmaların ardından gerici ayaklanma bastırıldı, Abdülhamit tahtan indirilip sürgüne gönderildi. O çürümüş Osmanlının son padişahı olarak tarihin kara kaplı defterine kaydedilmiştir. Yerine oturtulanı padişah sayamıyoruz. Kışkırtma devam ediyordu. 31 Mart ayaklanmasını 14 Nisan’da Adana’da Müslümanlar ile Ermeniler arasında çıkan çatışmalar izledi. Bölgede vahşi katliamlar olmuş, kardeşlik havası büyük bir yara almıştı. 

İkincisi, devrimin lideri Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikast sonucu öldürülmesidir. İttihat ve Terakki bunu bir fırsat bildi, 11 Haziran 1913’teki suikastın ardından eylemcilerle birlikte muhalifleri de derdest etti. Kaçmayı başaranlar kaçtı, yakalananlar Divan-ı Harpte yargılandı, 12’si idam edildi. Yakalanıp da suçu sadece muhaliflik olanlar Sinop’a sürüldü. Ülke bu iç hesaplaşmalar sırasında Balkan Savaşları’nın tam ortasındaydı. Rumeli adım adım yitiriliyordu, Büyük Savaş kapıyı çalmak üzereydi. Hürriyet aydınlığı çoktan karartılmıştı. Kısa 1908 Devrimi tarihidir.

***

İttihat ve Terakki’nin ve namlı liderlerinin bundan sonraki tarihi bir çırpınıştan ibarettir. Pusulasını kaybeden Enver Napolyon olma hayali peşindeydi. Hayalini kısmen başardı da. Basamakları üçer beşer tırmandı. Genç yaşında imparatorluk ordusunun en tepesindeydi. Almanya gibi güçlü bir müttefik bulmuş, o sayede Osmanlının yıkıntıları üzerinde bir “Enverland” kurmuştu. Bu güç arzusu onu da kurtarmak için çırpındığı imparatorluğu da bir trajediye doğru sürüklüyordu. 

Talat ise gerçekte bir paşa değildi. Bulunduğu yere basit bir posta memurluğundan tırnağıyla kazıya kazıya gelmişti. Mütevazı bir kişilikti, müthiş bir örgütçü, kararlı bir devrimciydi. Üstelik bu curcunanın ortasında ahlaklı kalmayı başarmıştı. O da devleti kurtarma hayaliyle tarihin dalgasında oradan oraya sürüklenecekti. Sonunda “tehcir”in uygulayıcısı ve planlayıcısı olarak buldu kendini. Ancak yaratılmasına öncülük ettiği kan gölü çöküşe engel olmayacaktı. İşler kontrolden çıkınca bırakıp kaçtı, kaçtığı yerde buldular ve öldürdüler. Katili Soğomon Tehliryan Alman devleti tarafından hoş görülmüştü. Halbuki Tehcir daha işin başında bir Alman planı olarak kurgulanmıştı. Emperyalistler hep temiz kalmanın bir yolunu bulmuştur!

***

Osmanlının son yirmi yılı kişisel ihanetler ve kötülükler tarihi değildir elbet. Emperyalist güçlerin itiş kakışları arasında büyük bir imparatorluk çöküyor, kendisine tutunan kim varsa kendisiyle birlikte çukura doğru sürüklüyordu. 

Bu dramatik olayların sahnesi Balkanlardı ve Balkan Savaşları aslında bir Osmanlı iç savaşıydı. İmparatorluğun gayrimüslim tebaası ayaklanmıştı, Müslüman nüfus isyancıların hedefindeydi. Onlar da büyük hızla balkanları boşaltıyor, Anadolu içlerine doğru göçüyordu. Ancak tabii Anadolu’daki gayrimüslimler de ayaklanmıştı. Bu, göçüp gelenlere İngiliz ve Fransız işgalinden daha yakıcı bir sorun olarak görünüyordu. “Tehcirin” ve tabi ardından “mübadelenin” doğduğu siyasi ve sosyolojik iklim böyledir. 

Gerisini Doğan Avcıoğlu şöyle anlatıyor: “Kurtuluş Savaşımızın ilk kurşunu, 19 Aralık 1918 günü Dörtyol’da patladı. Bu ilk kurşun, öç almak için geri dönen Fransız üniformalı Ermenilere atıldı.” Fransızlar Kilikya’da Türklere karşı savaşması için bir Ermeni Lejyonu kurmuştu. “Doğu Lejyonu” adını verdikleri bu birlik, Fransa’nın Kilikya’da ileride gerçekleştirmeyi tasarladığı Küçük Ermeni Devleti ordusunun çekirdeği olacaktı. Fransız üniforması taşıyan bu askerler yerli Ermeni çeteleriyle birlikte intikam operasyonları düzenliyordu. Haliyle Anadolu’daki direniş de Fransızların işgal ettiği bölgelerde başladı. İngilizlerin işgali altındaki Adana, Antep, Maraş ve Urfa’da bir direniş yoktu. Halk İngilizlerin kalmasını ve Fransızların uzak durmasını istiyordu. Bu bölgelerde direniş ancak 1919 yılının son aylarındaki Fransız işgali üzerine ortaya çıktı. Anadolu’nun ahalisi korkudan felç olmuştu. Direnişi İtilaf Devletleri’ne değil, “Rumluk ve Ermenilik kurulmasına” karşıydı.

Dağılma 19. yüzyılın başında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla başlamıştı. Avrupa Devletleri bütün gücüyle bu hareketin arkasında durmuştu. Şimdi irili ufaklı başka unsurların da arkasında duruyor, ayrılmalarını teşvik ediyorlardı. Arkasında Osmanlı'yı parçalayıp paylaşma planları vardı. Enver, Cemal ve Talat bu planı bozacaklarına inanıyorlardı.

Bozamadılar. Tabii çöküntünün altında Osmanlı'yı oluşturan bütün halklar kaldı. Ermenilerin payına topraklarından sökülüp atılmak düştü. Anadolu’nun Türk-Müslüman halkı kıtlık, açlık ve salgınlarla yüzleşti. Özetle yıkımdan herkes payına düşeni aldı. 

İttihat ve Terakki de yıkıntının altında kalanlardandı. İç savaşlardan kahraman çıkmaz; Talat ve Enver, içinde debelendikleri iç savaşın kurbanları olmuştur.

***

Savaş suçsuz olur mu? Hele iç savaşı bütünüyle bir suç organizasyonu saysak yeridir. Nihayetinde iç savaşta herkes kendi halkına karşı savaşır. O nedenle iç savaşlardan kahraman çıkmaz. Savaşa meşruiyetini devrimler verir, savaşıp da sığınabileceğimiz tek şey devrimdir. 

Mithat ve Ziya Paşa, Namık Kemal aydınımız ellerini kirlettiler. Hürriyet’in paşaları ise çok baskı görmüşlerdi, daha gözü karaydılar, çok kıyıcı oldular. Ama tarihleri kıyıcılıktan ibaret değildir, Hürriyet devrimdir ve bu devrim onların adına yazılıdır.  

Şimdi önümüzde bir tarih var. Bu tarihi Hürriyetsiz düşünemeyiz. İlericilik-gericilik davası uzun mücadelelerin içinden sıyrılıp gelir çünkü, son adım önceki adımlara dayanır. Kesinti iddialarına karşılık devamlılık esastır. Kuşkusuz geleceğin ilerici adımları da feyzini geçmişin ilerici adımlarından alacaktır. Mithat ve Ziya Paşa'yı, Namık Kemal’i, Enver’i, Cemal’i ve Talat’ı bu tarihten silemeyiz. Mustafa Kemal ve Cumhuriyeti onların paltosundan çıkmıştır, onların tarihinin bir devamıdır. Ve nihayetinde, devrimde ısrarlıysak, hepsi bizimdir. 

Farklarımız var; Cumhuriyet'in kurucuları tarihi kendilerinden başlatmaya eğilimliydi. Geçmişin yüklerini omuzlamak istemiyorlardı. Ayrıca geçmişle bağın koparıp atılması, Cumhuriyet'i ilahi bir gücün gerçekleştiği bir mucize gibi gösteriyordu. Öyle olsun istediler.

Biz ise bağlarını yeniden kuruyoruz, mecburuz. Mecburiyeti şu; “Hürriyetli” bir yeni Cumhuriyet istiyoruz. Hürriyetsiz ve Cumhuriyetsiz varıp varabileceğiniz yer Hamitçiliktir.

Hürriyet-i Ebediye’de, Abide-i Hürriyet’in önündeyiz. Başka türlü bir devrime ihtiyacımız var şimdi, merakla ve minnetle orada yatanlara bakıyoruz!