Yeni kazanmakta olduğu katmanlarıyla işçi sınıfımız, uzun sürmüş çaresizliğini aşarak, olgunlaşmakta olan nesnel koşulların sunacağı sıçrama tahtasını kullanabilir bir konumun uzağında değildir.   

Haziranlar tükenmez

İkisi de Haziran ayına kayıtlıdır. İkisi de ilk ve en sözcükleri başa yazılarak anlatılacak bazı özellikleriyle tarihe geçmiştir. İlkinin daha az, ikincisinin daha çok olmak üzere, ikisinin de kendiliğinden nitelikleri belirgindir. İlki çok daha sınırlı bir coğrafyada ve hem sayı hem  sınıfsal köken olarak çok daha tanımlı bir katılımla çok daha kısa sürmüş, ikincisi bütün ülkeye yayılmış ve sayıları milyonlarla anlatılan çok farklı kökenlerden katılımcılarla sürüp gitmiş olmakla birlikte, ikisi de toplumsal mücadele tarihimizin benzersiz sıçrama noktalarını oluşturmuştur. İlkine 15-16 Haziran İşçi Ayaklanması ya da kısaca 15-16 Haziran, ikincisine artık iyice yerleşmiş görünen Gezi ya da, hem coğrafi yaygınlığı hem hızla evrimleşen yönelimi bakımından hâlâ daha doğru olduğunu düşündüğüm adlandırmayla, Haziran Direnişi diyoruz.      

Bu yazının amacıysa, iki gündür Alpaslan’ın (Savaş) az bilinen ilginç ayrıntılarıyla birlikte incelediği ilkini anmak ve anımsatmak. Tarihsel ve güncel önemi ne kadar vurgulansa azdır.

***

DİSK kurulalı daha topu topu üç yıl olmuştu. Ama en azından üç konuda belli bir açıklık oluşmuş durumdaydı; hem işçilerde ve patronlarında, hem de onların sınıflarında.

Birincisi, özellikle sanayi açısından belirgin bir gelişmenin gözlendiği İstanbul-İzmit ve Bursa yöreleri ile İzmir ve Adana’nın merkezinde bulunduğu batı ve güney kıyılarında, işçilerin ekonomik hak mücadelelerindeki militanlaşmalarının hız kazandığı fark ediliyordu.

İkincisi, bu hızlanmada, yeni kurulan ve adına açık açık “devrimci” sıfatını yerleştirmiş konfederasyonun önemli bir etkiye sahip olduğu görülebiliyordu.

Üçüncüsü, bu yeni konfederasyonun kendisinden altı yıl önce aynı gün kurulmuş ve 1969’daki genel seçimde oy sayısını biraz, ama seçim sistemi değiştirildiği için milletvekili sayısını çok fazla düşürmüş olsa da, aşağı yukarı 10 yıldır ülkenin siyasal hayatında sarsıcı bir etki yaratmış bulunan Türkiye İşçi Partisi ile bağları ortadaydı.

Burjuvazinin ve onun öncülüğündeki egemen sınıflar ittifakının iktidardaki siyasal kadrolarının bu duruma tepki verip önlem getirmeleri gecikmedi. DİSK’in örgütlenmesinin önüne birçok engel koyan ve düzen yanlısı sarı sendikalar konfederasyonu Türk-İş’in elini güçlendiren bir sendikalar yasası değişikliği parlamento gündemine alındı. 

Mayıs 1970’in son günlerinde yayımlanan TİP Genel Yönetim Kurulu bildirisi durumu şöyle değerlendiriyordu: “Sermayedar sınıfların temsilcisi olan AP hükümeti, yapısı gereği dünya ve memleket gerçeklerine ters düşen ekonomik ve sosyal politikası sonucu olarak, memleketimizi bütün alanlarda her gün biraz daha derinleşen bir bunalıma sürüklemiş bulunmaktadır. (…) işçilerin, köylülerin, öğrencilerin ve son sıralarda memurların,  bu arada hatta toplum polislerinin de giriştikleri grev, işgal, boykot ya da benzeri hareketlerin görülmediği bir gün bile kalmamıştır. (…) bunalımın böylece devrimci kitle hareketleri biçiminde tezahürü karşısında egemen sermayedar sınıflar korkuya kapılarak anayasal hak ve hürriyetleri daha da kısıtlayacak ve bunalımın tezahürlerini önleyecek bir baskı rejimi kurmaya” yönelmektedirler.

Sonunda, yeni sendikalar yasası 13 Haziran günü meclisten geçirildi. O sırada TİP’in iki milletvekilinden biri ve bir DİSK yöneticisi olan Rıza Kuas, görüşmeler sırasında parlamentoda yaptığı konuşmada, “Bu kanun anayasaya taban tabana zıttır. (…) Çalışma Bakanı DİSK’i kapatmak istediklerini Erzurum’da Türk-İş Kongresi’nde söylemişti. DİSK anayasal haklarını kullanarak direnecektir.” diyordu.

İki gün sonra Türkiye tarihinin en büyük işçi sınıfı kalkışması gerçekleşti. İstanbul ile İzmit ve Gebze’deki sanayi kuruluşlarının işçileri, işyerlerinden ayrılıp yolunu gözledikleri yürüyüş kollarına katılarak, harekete geçtiler. Yöneliş Taksim’e doğruydu; orada bir miting yapılması öngörülüyordu. Önemli bir not olarak içlerinde Türk-İş üyelerinin de bulunduğu işçi yığınları, önlerini kesen polis ve jandarma barikatlarının, yer yer de tankların üzerinden aşarak yürüyüşlerine devam ettiler. Haliç’in iki yakasından gelerek birleşmek isteyen yürüyüş kollarını engellemek için Galata ve Unkapanı köprüleri açıldı. Değişik tahminlerin bir ortalaması alınacak olursa, ilk gün 70 bin, ikinci gün 150 bin dolayında işçinin yürüyüşlere katıldığı söyleniyordu. Kitlelerin büyüklüğünü kavrayabilmek bakımından, İstanbul’un 1970 yılındaki nüfusunun 3 milyon kadar olduğunu hatırlamak yararlı olabilir.

Kalkışmanın ikinci günü olan 16 Haziran akşamüstü sıkıyönetim ilan edildi. Çıkan çatışmalarda, biri toplum polisi olmak üzere 5 kişinin hayatını kaybettiği açıklandı. İzleyen günlerde, pek çok işçi ve sendikacı tutuklandı.

Daha sonra, direnişçi işçilerin çalıştıkları işyerlerinden atılması uzunca bir süreye yayılarak sürüp gitti. Burjuvazinin, bu arada bizim ülkedekinin başat özellikleri arasında sık sık sayılan ürkekliğinin yanı sıra kindarlığı da kendini gösterdi. 15-16 Haziran günleriyle simgeleştirdiğimiz ayaklanmanın hemen sonrasından başlayarak uzunca bir süre devam eden bir ayıklama süreci yaşandı, işyerlerindeki öncü işçiler, hatta sadece onlar değil, direnişe katılanların çoğu işsizliğe mahkum edildi. Buna ilişkin birçok istatistik, gözlem, araştırma bulunabilir. Benim de şöyle pek naif bir çalışmam olmuştu. 

O kalkışmanın üstünden yaklaşık 3-4 yıl geçmişti, okulu bitirip ekmeğimi kazanmaya başladıktan sonra, yürüttüğüm bir araştırmanın alan çalışmasını yapmak üzere Çayırova-Gebze bölgesindeki sanayi işyerlerini dolaşıyordum. Asıl işimin yanı sıra, kişisel merakımı gidermek için, 1970 yılındaki o olaylardan sonra eylemcilerin ne durumda olduklarına ilişkin bazı ipuçları elde etmeye çalışmış ve şu sonuca varmıştım: Ulaştığım bana açılmaya cesaret edebilen sınırlı sayıdaki işçiler, o arkadaşlarının çoğunun olaylardan kısa bir süre sonra, bazılarının da epeyce bir zaman geçtikten sonra işten atıldıklarını söylemişlerdi.

Haziran ayaklanmasından birkaç hafta sonra, 6 Temmuz 1970’de TİP’in o zamanki Genel Sekreteri Behice Boran’ın hazırladığı ve Genel Başkan Şaban Yıldız eliyle Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a iletilen “muhtıra”daki şu saptamayı, yazıyla doğrudan ilgili görünmese de, buraya aktarmak istiyorum. Devrimin siyasal iktidar ile bağını açıkça ortaya koyan bu çok yerinde kavrayışın, anlamlı anlamsız birçok tartışma ve ayrışma ile git gide etkisini yitirmeye başlamış bir partiden çıkmış olması dikkate değerdir:

“Türkiye İşçi Partisi, ancak iktidarın sınıfsal muhtevasında bir değişiklik meydana geldiği, yani işçi sınıfı, yoksul köylü ve bütün emekçi halk kitleleri memleket politikasında örgütlü ve bilinçli güçlerini hissettirip giderek politik iktidarı kazandıkları zaman, Türkiye’nin temel sorunlarına geçerli ve gerçekçi çözümlerin sosyalizm doğrultusunda bulunabileceği görüşündedir. Ve ancak o zaman yabancı askeri üsler ve güçlerden ve emperyalizmin sömürü ve nüfuzundan arınmış tam bağımsız Türkiye gerçekleşebilecektir.” 

Bu muhtırada yasa değişikliklerinin geri alınmasını talep eden aynı parti, yasanın Resmi Gazete’de yayımlandığı 13 Ağustos günü bunları Anayasa Mahkemesi’ne götürmüş ve birçok maddenin iptalini sağlamıştı. Şunu da ekleyebiliriz: Yüksek mahkemenin iptal kararı verdiği 8-9 Şubat 1972’de, o davayı açmış bulunan partinin aynı mahkemece kapatılışının üzerinden yedi ay geçmiş durumdaydı. “Kaderin cilvesi” demek daha eğlenceli görünebilir; ama doğrusu, “demokrasi dediğin de böyle olur” demektir. 

***

1970 yılının sonu gelirken, yukarıda alıntıladığım aynı yılın Mayıs ayındaki TİP bildirisinde değinilen “bunalımın devrimci kitle hareketleri biçimindeki tezahürleri” iyice çoğalmış, burjuvazinin siyasal kadroları içindeki çatlama gizlenemez boyutlara ulaşarak farklı örgütlenmeler halinde açığa çıkmıştı. On yıl sonra karşılaşacağı kadar olmasa bile basbayağı bir yönetememe krizine doğru sürüklenen Türkiye kapitalizmi, böyle bir ortamda ve aradan sadece dokuz ay geçmişken, işçi sınıfının 15-16 Haziran kalkışmasına cevabını verdi: Bunu görmeden, 12 Mart Muhtırası olarak bilinen 1971 yılındaki askeri darbenin gerçek tarihsel anlamını tam olarak kavramak imkânsızdır. 

İşçi sınıfımızın, bırakalım öznel gücünü ve gelişkinliğini, nesnel varlığını bile kuşkuyla karşılayan devrim stratejisi tartışmaları dahil birçok kuramsal-siyasal saçmalığı da gündemden düşüren ve örgütlü yanlarıyla birlikte kendiliğindenlik özelliklerinden de uzak olmayan bu ayaklanmasından sonra, 10 yıllık bir başka görkemli dönem daha yaşadığımızı biliyoruz. O dönemi sonlandıran darbenin çok daha ağır ve neredeyse bugünlere ulaşacak kadar uzun süreli olduğunu da…

Aradan 52 yıl geçtikten sonra geldiğimiz noktada, bu terimi ne kadar geniş olarak anlarsak anlayalım, işçi sınıfı, sarılar dışında sendikalı olamayan, grev yapamayan, işsizlikten ve yoksulluktan kırıldığı için her türlü koşulda çalışmaya ve çalışırken ölmeye razı, siyasette ağırlığı bulunmamak bir yana siyasetin devrimci olanına pek de ilgi göstermez bir konumdadır. 

Burada bırakırsak, gerçekliğin sadece karanlık renkleri vurgulanmış bir tablosunu çizmiş oluruz. Şöylesi, daha gerçekçi, dolayısıyla daha devrimcidir: Yeni kazanmakta olduğu katmanlarıyla işçi sınıfımız, uzun sürmüş çaresizliğini aşarak, olgunlaşmakta olan nesnel koşulların sunacağı sıçrama tahtasını kullanabilir bir konumun uzağında değildir.