Emek merkezli, kamucu, halkçı, laik, bağımsızlıkçı bir siyaseti halk kitleleriyle buluşturmak için zemin son derece uygun.

Hava dönüyor! Ama kimden yana?

AKP-sonrasının yüksek sesle konuşulmaya başlandığı bir döneme girmiş durumdayız. Yoğunlaşan ekonomik kriz, enflasyon, işsizlik, hayat pahalılığı, döviz kuru, dış politikadaki sıkışıklık, büyük sermayenin memnuniyetsizliği, halkın biriken öfkesi derken, hava değişmiş durumda. Bunu çok net bir şekilde görebiliyoruz.

Son günlerde yaşananları da bu yeni dönemin, bu hava değişiminin içerisine yerleştirmek durumundayız. Rejimin en önemli mekanizmalarından biri olan vakıflarla ilgili gerçekleşen sızıntı, bu değişen havanın bir sonucu örneğin. Artık “içeriden” birileri son derece kritik belge ve bilgileri sızdırıyor ve bunun gerisinin gelme ihtimali hayli yüksek.  

Vakıflar tarafından çökülen kamu kaynakları, belediyelerden buralara aktarılan paralar, işe alım için hazırlanan torpil listeleri… Bunların hepsi, rejimin ekonomi-politiğini somut bir şekilde ortaya koymakla kalmadı; açlık ve işsizlikle boğuşan topluma, özellikle bunu en yakıcı bir şekilde yaşanan gençliğe, torpil ve kayırmanın boyutlarını da açık seçik bir şekilde gösterdi ve bu da rejime yönelik öfkeyi daha da artırdı.

Kılıçdaroğlu’nun önce bir baskın Merkez Bankası ziyareti gerçekleştirmesi ve adeta Kavcıoğlu’nu kendisiyle görüşmeye mecbur etmesi, ardından da bürokratlara yönelik olarak yaptığı “kanunsuz emirleri yerine getirmeyin” çağrısı, yine “hava değişimi”ni göstermesi bakımından önemliydi. 

Faiz indirimleri, başkanların gece yarısı kararnameleriyle görevden alınması, doların yükselişi derken, giderek daha da politize olan ve kamuoyu gündemine yerleşen Merkez Bankası’na ve parti-devletinin memurluğu pozisyonuna dönüşen bürokrasiye “biz geliyoruz, adımlarınızı ona göre atın” şeklinde bir mesaj verilmiş oldu bu ziyaret ve sonrasında yapılan çağrıyla birlikte.

“Yeni dönem”e dair asıl büyük işaret ise dün TÜSİAD’ın ellinci kuruluş yıldönümü için hazırladığı ve “Geleceği İnşa” adını verdiği raporu, Yüksek İstişare Konseyi toplantısında kamuoyu ile paylaşmasıydı. AKP’nin ilk döneminde onu güçlü bir şekilde destekleyen, sonrasında ise derin bir sessizliğe gömülen büyük sermaye de, artık AKP’yi Türkiye kapitalizminin uzun vadeli çıkarlarını koruyabilecek bir parti olarak görmediğini, bilakis rejimin bekası ile sermaye düzeninin bekası arasındaki açının giderek büyüdüğünü deklare etmiş oldu böylece. 

TÜSİAD’ın “Geleceği İnşa” raporu, Türkiye sermaye sınıfının AKP-sonrası döneme dair birikim rejimi ve hegemonya projesi tahayyülünü ortaya koyuyor. Küresel trendlere uygun piyasacı bir “kalkınma” vizyonu, hukuk devleti, demokrasi, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, laiklik, inovasyon, yönetişim, bağımsız merkez bankası, çevrecilik gibi başlıklarla süslenmiş durumda bu raporda.  

Raporun açıklandığı toplantıda küresel kapitalizmin günümüzdeki gözde teorisyenlerinden Daron Acemoğlu’nun bir konuşma yapması da büyük sermayenin AKP-sonrası Türkiye’ye dair kafasındaki programı göstermesi bakımından önemli. Ekonominin yönetiminde ister doğrudan Acemoğlu, isterse de başka biri olsun, nihayetinde Türkiye’yi güncellenmiş bir Kemal Derviş programının beklediğini görebiliyoruz.

Öte yandan iktidar kanadına baktığımızda ise, iktidarın elindeki araçların giderek azaldığını ve rıza ile zor bileşiminden zorun giderek ön plana çıktığını, neredeyse eldeki tek araç haline geldiğini söyleyebiliyoruz. “Siyasi suikastlar” tartışmasının da ortaya koyduğu üzere, bundan sonrasında içeride ve dışarıda zorun daha çok kullanılmasına tanıklık edeceğiz. ABD’li düşünce kuruluşu Stratfor tarafından geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir raporda da buna dikkat çekiliyor ve iktidarın seçimleri kazanabilmek için 'seçim kurumlarının bağımsızlığını baltalamak, medyayı sansürlemek ve uluslararası krizleri siyasi kazanç amacıyla kullanmak' isteyebileceği yazıyor. Seçim barajında yapılmak istenen değişiklikten Suriye’ye yönelik operasyon ihtimallerine uzanan bir genişlikte, iktidarın elindeki bütün kozları masaya süreceği bir konjonktüre girmiş durumdayız yani. 

İçinde bulunduğumuz tablonun ortaya çıkmasındaki esas faktör çok açık bir şekilde ekonomik krizin derinleştirdiği sınıfsal çelişkiler ve emekçilerin, yoksulların yaşadığı derin sefaletken,  AKP-sonrası Türkiye’ye dair projeksiyonlarda emek kendine herhangi bir şekilde yer bulamıyor, çünkü emek de onun siyasal temsilcisi sosyalist sol da etkili ve güçlü bir özne ve bir aktör değil günümüz Türkiye’sinde.

Bu geçiş arayışları bağlamında, bugünkü Türkiye’yi 1946 yılında çok partili hayata geçen Türkiye’ye benzetebiliriz. Dönemin yönetici sınıfı, çok partili hayata geçiş esnasında “sınıf esası üzerine” örgütlenmenin önünü açmış, arka arkaya açılan sosyalist parti ve sendikalar halkta ciddi bir teveccüh bulmuştu. Bunun üzerine sadece altı ay sonra sıkıyönetim kararıyla bu parti ve sendikalar kapatılmış, Türkiye emeğin ve solun olmadığı bir çok partili hayata geçmişti. 

Bugün böyle bir yasağa doğrudan ihtiyaç duyulmuyor ama solun güçlü ve etkin bir özne olmamasının verdiği rahatlıkla, Türkiye’nin düzeni siyasal alanın emeğe ve sola bir kez daha kapatıldığı yeni bir hegemonya projesini ve restorasyonu hayata geçirmenin planlarını yapıyor ve zaten bunu da yüksek sesle dillendiriyor. 

Türkiye’yi bugünlere tek başına iktidar partisi değil, Türkiye sermaye sınıfı ve Türk sağı getirdi; Türkiye bugün bu haldeyse bunun gerisinde sağ iktidarlar silsilesinin ve sermaye düzeninin çıkarlarının olduğunu görmemiz gerekiyor. Tam da bu nedenle içinde bulunduğumuz durumdan çıkış için sola ihtiyaç var, hakiki bir çıkış ancak solla, solun ilke ve değerleriyle mümkün. Sağın yeni versiyonlarının iktidar olmasının ise mevcut düzeni makyajlayıp bir kez daha halkın önüne getirmekten başka bir anlamı bulunmuyor. 

Bu yüzden, bir yandan halkın iktidarı götürme iradesini solla buluşturan, solun ilke ve değerleriyle politize eden, öte yandan ise AKP-sonrasının solsuz siyasal alan planlarına daha bugünden meydan okuyan bir politik akla ve stratejiye ihtiyacımız var. Emek merkezli, kamucu, halkçı, laik, bağımsızlıkçı bir siyaseti halk kitleleriyle buluşturmak için zemin son derece uygun. Ayaklarımızı bu zemine basıp daha hızlı bir şekilde yürümeye devam etmemiz, daha çok kişiyle, daha çok omuzla yan yana gelmemiz gerekiyor ve bunu yapacak akla da cesarete de sahibiz.