Bütün bir iktidar partisi camiası, yedeğine milliyetçi partiyi de alarak, bugünkü hastalıklı Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemini (CYS) birlikte inşa etmişlerdir...

Hastalıklı yapı

Hekimler herhalde "patalojik bünye" derlerdi. Konumuz toplum ve kamu yönetimi olduğuna göre, tek bir kişiye atfedilecek sorunlarla bugünkü yönetim krizlerini açıklamak doğru olmaz. Kuşkusuz sistemin aşırı merkezileşmiş yapısının tepesindeki kişinin sorumluluğu, tekil örnekler kıyaslamasında, herkesten fazladır.

Ama bugünkü hastalıklı yapının oluşmasında tek bir kişinin belirleyici olmadığı da çok açıktır. Bütün bir iktidar partisi camiası, yedeğine milliyetçi partiyi de alarak, bugünkü hastalıklı Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemini (CYS) birlikte inşa etmişlerdir. Gerçi başkancı sistemin ilk zorlamaları 2014 sonrasındadır. Ama 2016 "olayını" fırsata çevirerek anayasayı referanduma götürme çoğunluğunu Cumhur ittifakı birlikte oluşturmuş, "atı alanın Üskürdar'ı geçtiği" bir oylamayla da 17 Nisan 2017 halkoylaması kazanılmış sayılmıştır. Bu Türk usulü otokrasi inşasının  sonucunda nereye mi varılmıştır?

Tek bir kişinin her konuda son sözü söyleyecek yetkilerle donatılmasının, etrafında bir karar organı olarak bir bakanlar kurulu bile bırakılmamasının, böylece son kademe öncesinde bir savunma, bir sübap/kontrol mekanizmasının bile olmamasının (futbol diliyle, kalecinin önünde bir savunma hattının bile oluşturulmamasının)  özellikle dış politikada onarılmaz yaralar açma olasılığı hafife alınmıştır. Yasamanın yürütmeyi denetleme ve sorgulama (yüce divana gönderme) haklarının göstermelik düzeye düşürülmesi, yürütmenin kendi içinde dahi aşırı bir merkezileşmeye götürülmesi ve böylece tepedeki adamın her türlü üst düzey kamu yöneticisini atama, görevden alma, özlük haklarını belirleme yetkileriyle donatılması, yargıya müdahalenin legal/illegal kanallarının yaratılması... "başarıyla" gerçekleştirilmiştir, ama sonuçları vahimdir.

Peki, OECD ülkeleri arasında eşi benzeri bulunmayan bu tür bir aşırı güç yığılmasına sahip bir yönetim sistemi, gerçekte seçilmiş bir kamu yöneticisinden başka bir şey olmayan bir Cumhurbaşkanını yoldan çıkaracak patojenleri kaçınılmaz olarak bünyesinde taşımaz mıydı? Hiçbir denetim baskısı hissetmeyen bir yöneticiyi, "gerekli gördüğünde" hukuk, yasa ve Anayasa dışına çıkmaya, bu çıkışları sıradanlaştırmaya götürmez miydi? Bu sistemde, normal bir insanın dahi "kadir-i mutlak" bir kudrete sahip olduğuna dair yanılsamalar içine girmesine, onun gerçeklerden kopmasına yol açılmaz mıydı? Yol açıldığı takdirde, bu gücün kontrolü nasıl sağlanacaktı?

Bir kere böylesine sorunlu bir kamu yönetimi sistemi oluşturulduktan, onun sonucu olarak tek bir kişi tüm karar alma ve uygulama süreçlerinde tek belirleyici durumuna getirildikten sonra, olayların zıvanadan çıkmasının tek sorumluluğunu tepedeki kişinin sorumsuz eylemlerine bağlamak da başka bir haksızlık olmayacak mıdır? Böylesine kontrol dışına çıkmaya müsait bir sistemin oluşturulmasında payı olanların sorumlulukları ne olacaktır? Bunların  sorumluluktan kaçışlarının engellenmesi de önümüzdeki siyasi gündemin bir parçası yapılmak zorundadır.

Faiz ve ekonomi

Geçtiğimiz hafta Türkiye'deki şizofrenik yönetim yapısının ne gibi vahim sonuçlara yol açabileceğinin adeta uygulamalı dersleri verildi. 21 Ekim Perşembe günü TCMB politika faizlerinin 2 puan (200 baz puan) aşağıya indirilmesi, hemen herkesi ters köşeye yatırdı. 50 baz puanlık bir indirimin döviz kurlarına (veya TL paritesine) yansıması esasen gerçekleşmişti. "Çekirdek enflasyonun üzerinde kalmak" sözüne inananlar açısından 100 baz puanlık bir indirim dahi öngörülebilirdi ve sürpriz etkisi sınırlı olurdu. Ama 200 baz puanlık indirim tam bir sürprizdi ve ancak içeriden öğrenenlerce büyük kazanca çevrilebilirdi. O halde birinci soru, bu kuvvetli indirim kararını önceden bilenlerin kimler olduğu ve hesaplarında karar öncesi ve sonrasında ne gibi değişimler olduğudur. Bu sorunun yanıtı mutlaka araştırılmalıdır, çünkü iş artık polisiye bir vakaya dönüşmüştür.

Faiz indirimi ile TL'nin değer kaybı arasındaki güçlü korelasyonu görebilmek için günümüz Türkiye'sinde artık herhangi bir eğitim veya uzmanlık altyapısı bile gerekli değildir. Çünkü 2018'den bu yana dört kez döviz krizi yaşanmıştır ve hepsinde de Saray'dan gelen "faizleri indirme" baskısı rol oynamıştır. Einstein'ın özlü deyişindeki gibi, "aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummak,  aptallığın en büyük kanıtı" sayılabilir; ama ortada "cehalet" veya "aptallık"ın ötesinde bir çıkar hesabının olduğu açıktır.

Kuşkusuz bu hesaplar, genel ekonomik gidişata ilişkin bazı sonuçların elde edilmesine de yönelik olabilir. Örneğin faizlerin indirilmesi (enflasyon oranının önemli ölçüde altına çekilmesi) üzerinden kredilerin ucuzlatılması, böylece "yatırımların ve ekonominin canlandırılması"; faiz indirimine koşut olarak TL'nin değer kaybetmesi üzerinden de ihracatın desteklenmesi... Hazır giyim/tekstil ve gıda gibi ihracata yönelik alt-sektörlerin bunu fırsata çevirmesi bekleniyor olabilir. İnşaat sektörlerinde de daha düşük faiz oranlarının ipotekli konut satışlarını destekleyeceği varsayımı yapılabilir.

Ancak ekonomi ilk bakışta görüldüğünden daha karmaşık bir yapıdır. Örneğin, konut kredilerinin ucuzlamasına yol açabilseniz de, döviz kurundaki sıçramanın ithalata bağımlı bazı inşaat malzemeleri üzerinden konut fiyatlarını yukarı çekmesini de önleyemezsiniz. Dolayısıyla, ithalata bağımlı bir ekonomide umut ettiğinizin tersi sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. Sonuçta iş başa düşer ve kamu bankaları üzerinden yeniden enflasyonun altında faizlerle konut kredileri vermeye zorlanırsınız. Bunun faturası önce Hazine'ye oradan da vergi olarak halka yansır. Kredi faizlerinin özel bankalarda da 200 baz puan düşmesini sağlamak için bazı zorlamalar, "aktif rasyosu" gibi denenmiş uygulamalara geri dönüşler düşünülse de, bunların olumsuz etkilerinin baskın geleceğine kuşku yoktur.

Öte yandan, ihracata dönük emek yoğun sektörlerde, ücretleri daha fazla geriletemez bir noktaya gelindiğinde, belki TL'nin değerinin düşürülmesi ilave bir destek olabilir. Gerçi ithal aramaları üzerinden bu sektörlerde de üretim maliyetleri yükselecektir; ama bu yansıma gecikmeli olacaktır. Kısa vadede ihracatçı sektörlerin lehine bir durum yaratılmış olur. Ama burada da iki sorun vardır: Birincisi, TL'nin değer kaybetmesi, dolaylı olarak ücretler reel düzeyinin aşağıya çekilmesi demektir. Oysa ücretler zaten yoksulluk sınırının altında belirleniyorken, bunun yeniden emekçilere yüklenebilmesinin, bunun için baskıcı emek rejimlerine doğru yönelişin de sınırları vardır. İkincisi, TL'nin değer kaybı, Türkiye'den ithalat yapan şirketleri de yerli şirketler için oluşan yeni fırsattan pay kapmaya iter; satın aldığı malın birim fiyatını dolar veya TL bazında aşağıya çekmeye çalışır. Başka deyişle, Türkiye'nin yoksullaştırıcı ihracat sarmalı beslenir.

Bu arada, gelirleri veya borç yapılarının döviz ağırlıklı mı yoksa TL ağırlıklı mı olduğuna bağlı olarak da faiz-döviz valsinin sektör ve şirketler açısından farklı sonuçları olacaktır mutlaka. Fakat girdi fiyatları dövize göre belirlenen, üretim koşulları esasen çok sıkıntılı olan çiftçilerin tüm kesimleri kaybedenler arasında olacaktır ve üretimden kopmaları için ilave gerekçeler çalışacaktır. Tasarruf sahibi hanehalkı açısından bakıldığında, faizlerin aşağıya gitmesi en çabuk ve şiddetli bir biçimde mevduat faizlerine yansıtıldığı için, bu kesimde TL'den dolarizasyona kaçış eğilimi güçlenecektir. Amaçlanan buysa, operasyon başarılıdır! Tasarruf kapasitesi sıfır olan halkın büyük çoğunluğu açısından ise, kur artışları hayat pahalılığı demektir ve yoksullaşma sürecini pekiştirecektir. Peki bu daha ne kadar yönetilebilecektir?

Dış politika belirsizlikleri

Batı ülkelerinden 10 Büyükelçinin Kavala açıklaması AKP yönetimi açısından son günlerin bir diğer baş ağrısını oluşturdu. Erdoğan'ın bu büyükelçileri, Dışişleri’ne dahi danışmaksızın, "istenmeyen kişi" ilan etme yönündeki aşırıya kaçmış çabaları ciddi bir krize yol açarken, AKP ve yandaşları içinden bile "bu kadarı da fazla" tepkileri yükseldi, kontrolsüz bir CB'nin ne gibi sonuçları olabileceği bir kere daha deneyimlenmiş oldu.

Muhtemelen TC Dışişleri Bakanlığı'nın çabaları sonucunda, Viyana Sözleşmesi'nin diplomatik misyonların görev yaptıkları devletlerin içişlerine karışmayacağını içeren 41'inci maddesinin teyit edilmesi üzerinden, dün akşam olayın bir ara çözüme bağlandığı anlaşılmaktadır. ABD, Hollanda ve Kanada'nın Büyükelçilikleri, Kavala ile ilgili yapılan açıklamaya ilişkin olarak, Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine ‘riayet etmeyi teyit ettiklerini’ belirtmişler. ABD'nin açıklamasına bakılınca, Sözleşme'nin 41. maddesine uygun davranmayı sürdüreceğini açıklamaktan başka bir şey yapmadığı görülür aslında. Yani yaptıkları açıklamayı, 41. maddenin bir ihlali olarak görmemektedirler.

Ama bu kadarı bile Erdoğan'ın bu konuyu lehine kullanmak adına hemen sahneye çıkması ve esip kükremesi için yeterli olmuştur. Toplumun bütününe değilse bile en azından kendi kitlesine, "meydan okuyan" lider hikayesini pazarlama imkanını bulmuştur.

Şimdi bu büyük diplomasi garabeti ortada dururken, bugün bir de Suriye için 2 yıl süreli bir savaş tezkeresinin Meclis'te oylaması gündemdedir. En azından CHP'nin, 1 Mart 2003 tezkeresindeki doğru tavrını hatırlayıp, Erdoğan'a giderayak Suriye'de yeni bir macera fırsatı vermemek ilkesiyle hareket edeceğini ummak istiyoruz. İktidarın hamasi suçlamalarından korkarak hareket etmek, Cumhuriyetin kurucu partisi açısından hayırla yadedilmeyecek yeni bir tutum olacaktır.