İnsanlık artık tarihsel durumun sunduğu olanaklarla çelişmekteyse, bu durum doğru olmaktan çıkar – ya da Marx’ın terimiyle, hastalıklı bir durum sayılır.  

Hasta, insan, toplum, şiir derken…

Son haftalarda elimin altında bulundurduğum kitapların arasına karışmış. Aslında onların kitaplığın öteki odadaki raflarında ayrılmış bir yeri var. Niye alıp da buraya getirmişim? Bir iki günün sorusu bu olunca, yanıta ulaşmak için baştan sona olmasa bile çoğunu okumak, tümünü karıştırmak zorunda kaldım.

Sözünü ettiğim, Nâzım’ın büyük aşklarından Piraye Hanımın, dolayısıyla kendisinin de epey emek verdiği oğlu Memet Fuat’ın yıllarca düzenli biçimde yayımlamayı başardığı, “aylık sanat dergisi”nin sayılarından biri. Biçimsel açıdan tertemiz, içerik açısından titizlik gösterilen bir dergiydi. Bir arada duran ötekilerin yanından çıkarıp elimin altındakilerin arasına koyduktan sonra unuttuğum ise Yeni Dergi adındaki bu aylık yayının Temmuz 1971 tarihli sayısı.

12 Mart’ın üzerinden aşağı yukarı 5 ay geçmiş, darbenin azgınlığı artmış, bizim Sinanlar Nurhak’ta delik deşik edilmişler, Behice Hanım ve öteki yöneticiler tutuklanmışlar, parti hakkında kapatma davası açılmış... Öyle bir zaman…

Derginin ana yazısı,  Nazilerin egemen oluşuna kadar doğduğu Almanya’da yaşamış ABD’li psikanalist ve düşünür Erich Fromm’dan bir çeviri. “Hasta insan ve hasta toplum” başlığını taşıyor. O sıralar onları da okurdum. Anlaşılan, bunu da birçok satırının altını çizerek okumuşum.

Önce, Marx’ın Alman İdeolojisi’nden bir aktarma ile başlıyor: “Özel çıkarlarla ortak çıkarlar arasında çatlak bulunduğu sürece insanın kendi emeği kendisine karşı yabancı bir güç olur. Emeğini kendisi denetleyeceği yerde emeği onu köleleştirir. (…) Toplumsal eylemin bu biçimi alması, denetimimizden çıkması, umutlarımıza aykırı düşmesi, hesaplarımızı boşa çıkarması bugüne kadarki tarihsel gelişimin başlıca etkenlerinden biridir.” 

Aynı Marx, Kapital’in üçüncü cildinin sonunda sosyalizm fikrini ve özgürlüğün gerçekleşmesini aşağıdaki şekilde açıklar: 

“Aslında, emeğe zorunluluklar ve dış yararlar yüzünden ihtiyaç duyulan alanın sınırları aşılmadıkça, özgürlük alanına geçilemez. Özgürlük kelimenin tam anlamıyla maddi üretim alanının dışında kalmaktadır. İlkel insanın ihtiyaçlarını gidermek, yaşamını sürdürmek ve yeniden yaratmak için doğayla savaşmak zorunda kalması gibi, uygar insan da bütün toplum biçimlerinde ve her türlü üretim yöntemleri altında bunları yapmak zorundadır ve yapmalıdır.  İnsanın gelişmesiyle doğal zorunlulukların da alanı genişler, çünkü ihtiyaçlar artar; ama aynı zamanda bu ihtiyaçları karşılayacak üretim güçleri de artmaktadır. Bu alandaki özgürlük, toplumsallaşmış insanın, ortak üreticilerin, kör bir güç durumundaki doğa tarafından yönetilmek yerine, onunla olan alışverişlerini rasyonel bir şekilde düzenlemelerinden ve onu ortak denetimlerine almalarından başka bir şey değildir. O zaman insanlar görevlerini çok az bir enerji harcayarak, kendi insan yaradılışlarına en uygun bir şekilde ve insana en yakışacak koşullar altında yapacaklardır. Ama bu alan yine de bir zorunluluk alanı olarak kalacaktır. Bu alanın ötesinde insan gücünün kendi kendinin amacı olarak gelişimi başlar, gerçek özgürlük alanı, ama o da ancak bu zorunluluk temeli üzerinde gelişebilir.”

Oysa, Marx’ın dediği gibi, “kapitalizmde herkes başkasını yeni bir fedakârlığa zorlamak, onu biraz daha bağlamak, ona yeni zevkler tattırarak ekonomik yıkıma sürüklemek için yeni bir ihtiyaç yaratmayı düşünmektedir. Herkes kendi egosunun ihtiyacını doyurmak için başkaları üzerinde yabancı bir güç kurmaya çalışır. Bu nedenle, nesneler arttıkça insanın bağlandığı yabancı varlıkların alanı da genişler. Her yeni ürün yeni bir karşılıklı aldatmaca ve soygunculuk potansiyelidir. İnsan insan olarak gittikçe yoksullaşır; düşman varlığı elde edebilmek için paraya olan ihtiyacı gitgide artar. Paranın alış gücü üretim miktarının artışıyla orantılı olarak azalır, yani, paranın gücü arttıkça ihtiyaçlar da artar. Bu bakımdan paraya duyulan ihtiyaç modern ekonominin yarattığı tek ve gerçek ihtiyaç olmuştur. Paranın niceliği bu ekonominin önemi gittikçe artan tek niteliğidir. (…) Fazlalık ve aşırılık paranın gerçek ölçüsüdür artık. Üretimdeki ve ihtiyaçlardaki artışın, insanlıkdışı, sapık, delice ve hayal ürünü olan zevkler için hünerli ve her zaman hesaplı bir hizmet durumunu almasında bunu kısmen izlemek mümkündür. Özel mülkiyet ham ihtiyacı insani ihtiyaç haline getirmeyi bilmez; onun idealizmi fantezidir, kapristir ve züppeliktir.

Bunlar da İktisadi ve Felsefi Elyazmaları’nda yer almış bazı çözümlemeler. 

Fromm’un yazısında şu satırların da altını çizmişim:

“Freud ‘toplumsal nevroz’larla da ilgilenmiş olmasına rağmen, Freud ile Marx’ın düşünceleri arasında bir temel ayrılık vardır: Marx insana toplumun biçim verdiğini söylemekte ve bu nedenle hastalığın kökünü toplumsal örgütün belirli niteliklerinde görmektedir. Freud ise insana her şeyden önce aile grubu içindeki yaşantısının biçim verdiği kanısındadır; ailenin sadece toplumun bir parçası ve aracı olduğunu unutmakta, çeşitli toplumları incelerken, bu toplumlardaki örgütlerin niteliklerinden ve bu toplumsal niteliğin belirli bir toplumdaki bireylerin düşünceleri ve duyguları üzerine yaptığı etkilerden çok bu toplumlardaki baskının nicelikleri üzerinde durmaktadır.”

İlkel insan, Orta Çağ’daki insan ve sanayi toplumunun insanı hem hastadır, hem değildir; çünkü, geçtiği aşamalar zorunlu aşamalardır. Bir çocuğun yetişkin olabilmek için fizyolojik bir olgunluğa erişmesi gerektiği gibi, insanın da bütünüyle insan olabilmek için doğaya ve topluma egemen olma sürecinde sosyolojik olgunluğa erişmesi gerekir. Geçmişteki bütün yanlışlıklar zorunlu olduğu takdirde doğru (rasyonel) sayılır. Ama insanlık artık geçmişte kalması gereken bir gelişme aşamasında durmakta ve tarihsel durumun sunduğu olanaklarla çelişmekteyse, bu durum doğru (rasyonel) olmaktan çıkar – ya da Marx’ın terimiyle, hastalıklı bir durum sayılır.  

Fromm imzalı yazıda altını çizdiğim son satırlar bunlar olmuş. Ama, hayır, bu 50-60 sayfalık dergiyi asıl yerinden çıkarıp hemen elimin altındaki kitaplar arasına karıştırmamın başka bir gerekçesi olmalı. Şiirler olabilir mi acaba?
Bizim Kemal Abi’nin iki şiiri varmış örneğin. “Deniz Orakçısı” başlığını taşıyanın ilk dizeleri şöyle:

sor kendine bir sabah
av hazırlığına başlarken
sulara kim salar ilk güneşi
sen kayığına binmesen
orağını almasan eline 
ilk ürünü kim biçer denizden

Yok, gerekçem bu da olamaz. O sıralar daha tanışmamıştım Kemal Özer’le, “bizim Kemal Abi” olmamıştı demek istiyorum. Şiir de sanat da planlanma konusu olabilir diyerek çalışmaya başlamamışız daha. Bunun için bir altı yıl kadar daha geçmesi, 1977’ye gelmemiz ve onun bizim evde konuk olmuşken salondaki kanepenin üzerinde kıvrılıp yatıverdiği gecenin sabahında, erkenden kalkıp evi kolaçan etmeye girişmiş üç yaşındaki kızımı, hani sen “ay dede, senin ışığını kim yaktı” diye şarkılar söylüyorsun ya, onları bu şair amcalar uydurup size veriyorlar işte, şimdi onu rahatsız etmeyelim diyerek yolundan çevirmem gerekecek.

Peki, bir iki sayfa daha çevirelim bakalım. Sayfanın altında kalmış boşluğa, kurşun kalemle, “Sağ ol, Edip Cansever” diye yazmışım. Ta o zaman beğenmişim besbelli. Gerekçem bu olabilir. Oradaki teşekküre yol açan “Pas” şiirinin orta yerinden bazı dizeleri buraya aktarıyorum:

Bir şarkı ne zaman güzel değildir
Sonu olduğu zaman
Sonu yoktur çünkü güzel şarkıların
Kimse bir şarkıyı sonuna kadar söyleyemez
Nasıl ki ölüm öldürenlerinse
Ve korku korkmuyor görünenlerin
Şarkı tersine
Tut ki kırgın bir menekşeden sapmıştır onun yüreğiyse
Hem de bir menekşeyi yeniden icat etmiş gibi
Gererek yapraklarını
Gererek gözkapaklarını
Yumruklarını sıkarak
Ağlamayı unutmak için.              
                   

İyi güzel de güncellikten bu kadar uzak bir yazının sırası mı şimdi, türünden sorular için bir yanıtım ise hazır: Bu kadar insandan, toplumdan, onların hastalığından, özgürlükten, şarkılardan, şiirlerden söz eden bir yazı da güncel durumla ilgisiz görülürse, güncel denebilecek ne kalır geriye?