Ölüm güzellikleri yok ediyor, çocuğum! Böyle denir mi şimdi ona? Biz güzelliklerin ölümü unutturmasını sağlayıncaya kadar, diye eklesem, bir yararı olur mu?     

Güzellik ile ölümün birlikteliği

Ankara’dan yola çıkıp İstanbul’a doğru yaklaşık 150 km gittikten sonra sağa döner, hemen sonraki kavşakta yeniden sağa dönüp geldiğiniz Ankara yönüne devam ederseniz Bartın ve Zonguldak taraflarına doğru gidiyorsunuz demektir. Daha yeni çıktığınız Ankara’yı özleyip geri dönmüyorsanız, birkaç kilometre sonraki kavşaktan sola dönerek gireceğiniz yol sizi oralara götürecektir.

Zonguldak ve Bartın’a da oradan gidilmekle birlikte, asıl varılacak yer Amasra’dır, en azından benim için hep öyle olmuştur. Zaten Bartın’dan geçmeden Amasra’ya ulaşamazsınız. Bartın’a kulağasmayın, hemen girip çıkın ve Kurucaşile’ye doğru devam edin. Amasra işaretli ilk sapaktan sola doğru döndüğünüzde kıvrıla kıvrıla giden yolda, ağaçlıklar, tarlalar arasından ve iki köyden geçerek tırmanınca, birden, göz kamaştıran bir Karadeniz görüntüsüne yükseklerden bakar olursunuz. Orhan Veli “Gemliğe doğru/ denizi göreceksin/ sakın şaşırma” demiş ya, ona benzer biraz. Ama buradaki az çok sezilir sanki, en son sert bir yokuşu çıkarsın, bir görkemi bekliyorsundur sanki dakikalardır, yine de birden olur denizin gözler önüne serilivermesi. 

Sonra aşağılara doğru, yine kıvrıla kıvrıla inersin. Sağ yanın birden yükselen kayalar, yamaçlar, ağaçlar, sol yanın enikonu ürperten görkemiyle masmavi, ama bu maviliği termik santraldı şuydu buydu saldırılarla ne kadar sürebileceği belirsiz bir deniz… Yine birden, sağ yanda, yedi sekiz arabanın yanaşık düzen sığabileceği bir açıklık ve aşağıda, çok uzakta, incecik bir kara parçası ile ayrılmış iki gözü andıran iki küçük koy. Oralılar yakındakine Küçük Liman, ötedekine Büyük Liman derler. Gördüğün güzellik, Amasra’dır.

Söylenceye göre, Fatih ordusuyla buraya ilk gelişinde, hayranlıkla bir süre seyrettikten sonra, yanındaki vezirine dönüp “Lala, çeşm-i cihan bu mu ola?” diyesiymiş…

Yalçın Hoca söylerdi, ne de olsa Ahmet Mithat Efendi soyundan gelmişizdir, bu “çeşm-i cihan”ın anlamını da yazmalıyız, her ne kadar gençleri tembelliğe alıştırmakla suçlanmaya çanak tutmuş olsak da: Dünyanın gözü demektir; görenler, Sultan Mehmet Han hazretlerinin haksız olmadığını teslim ederler.

Yaşadığımız yüzyıla girdiğimizden beri, son birkaç yılı saymazsak, yılda ortalama üç dört kez giderim oralara. Her defasında birkaç gün ziyaret eder, dönerim. Dünyanın yaşanmaya değer bir yer olduğunu fark ederek dinlenmeye, düşünmeye, söyleşmeye çok uygundur. Emeklilik yıllarımı oralara yerleşerek geçirme planım ise, ne yazık, gerçekleşmemiştir; gerçekleşmek bir yana, gerçekleşme noktasının yakınına bile ulaşamamıştır. Bir emekçi için erişilmez bir hayal olduğunu anlamışımdır her girişimimde. Yine de, çok uzun zamandır, her gün oradaymış gibi oluyorum; bilgisayarımın açılış ekranında Küçük Liman yamaçlarından çekilmiş bir fotoğrafı var, böylece günde birkaç kez orada oluyorum. Demek, “kaderimizin planı” bu kadarla sınırlıymış. Yalnız, küçük bir düzeltme gerekiyor, bu göksel bir gücün belirlediği kaderin değil, kapitalizm denilen aşağılık düzenin planı.

Amasra’nın bir ölüm kentine dönüşmesi de öyle bir planın sonunda oldu.

Ankara’dan gidenler için bir de öteki giriş vardır. Biraz önce sözünü ettiğim ilk sapağı geçtikten sonraki sapaktan sola döneceksin. O yol üzerindeki sekiz yıl önce açılmış, aşağı yukarı bir dakikada geçilen tünelden sonra kente doğru giderken sağda bir kömür madeni göreceksin. Bir hafta önceydi, işçiler yerin yedi kat değil, üç dört kat dibine girmişlerdi. Akşam vardiyası başlayalı iki saati geçmişti. Patladı birden. Hayır, birden değildi. Söyleyip duruyorlardı. Birazdan ona da geleceğiz.

Patladı ve 41 kişiyi birden hayatlarından kopardı. Oysa, o madende, altmış küsur yıl önceki açılışından beri ölenlerin sayısı yılda ortalama biri ikiyi geçmemişti. Madenciler böyle bir sayıya aldırış etmezler, bilirim.

Kırk yıl önce miydi, biraz daha önce miydi, bizim madenciliğimizin başkenti Zonguldak’ta, işçiler ve sendika ile birlikte bir seminer yapıyorduk. Konu, iş kazalarıydı. O zamanlar “iş cinayeti” adlandırması üzerinde şimdiki görüş birliği sağlanmamıştı daha. Bir ara, salonda bir dalgalanma oldu, madende göçük haberi gelmiş. Seminere ara verdik. Salon boşaldı. Yarım saat sonra işçilerin çoğu geri döndü, devam ettik. Devam etmeden sorduk: “Önemli değil, bir arkadaşımızı kaybetmişiz galiba!” dediler. O zaman da öyleydi şimdi de öyledir. Bir iki ölüm, hele yılda bir iki, durumun çok da kötü olmadığını gösterir onlara.

Maden işçisi, özellikle onların kıdemlileri, farklı insanlardır. Okur yazar, sorar soruşturur olanların sayısı her işkolundakine benzemez pek. Dışarıdan bakanları şaşırtır. 

Yine o sıralarda, yetmişli yılların sonuna doğru, tanıdığım bir maden işçisi vardı. Zonguldaklı. Tanıdığım demek yetmez, hem dost hem yoldaş olduğum. Bağlılığımıza toz kondurmadığımız, ama sonunda atılmaktan kurtulamadığımız partimizde aynı saftaydık. Kıdemli bir işçiydi. Okuyan, soran, ülkemize göre sıradışı sayılabilecek zevkleri olan biri. Her gün vardiyadan kömür karasına bulanmış olarak çıkıp gelmesine tepkisinden olmalı, temizliğine aşırı titizlik gösteren bir arkadaşımızdı. Az konuşur, konuştuğunda hepimizin dikkatini çeken sözler ederdi. “Kâğıt oyunlarının satrancıdır” derler, briç oynardı. Bir gün bizimle oynamış ve bir saat kadar oynadıktan sonra, kalkmıştı. “Siz bilmiyorsunuz bunu!” demişti.

Ölen o 41 madencinin arasında böyleleri de vardır herhalde.

Bir haftadır ne çok söz söylendi. Konuşma hakkı olanlar, olmayanlar; konuştular, dinletildiler, gösterildiler. Bazı görüntüler hiç aklımdan çıkmıyor.

Biri ölen işçilerden birkaçının yakınlarının aktardıkları. “Günlerdir bir koku alıyoruz. Söyledik, dinletemedik. Uçuracaklar bizi.” Böyle yakınıyorlarmış işçiler eşlerine, annelerine, babalarına.

Öbürü, dokuz kişinin göründüğü bir fotoğraf. İşyerinde çekilmiş. Çeken ve şimdi gösteren, onlardan biri. “Yedisi öldü, biri hastanede.” Böyle diyor ve ekliyor: “Bir ben kaldım.” Yıllık izindeymiş, duyunca koşup gelmiş.

Üçüncüsü, pek küçük bir kız çocuğu. Nasıl da güzel! Elinde bir kâğıt. Bir fotoğraf mı, birlikte cenaze töreni yapılan üç işçinin fotoğraflarının yan yana olduğu bir yaka kartı mı, tam anlaşılmıyor. “Bak anne, bak, babam burda!” diyor. 

Bir de, genç bir Zonguldak milletvekili. Sayıştay raporlarını hatmetmiş. Konuşup duruyor. “Sayıştay’ın bir tek olayın gününü söylemediği kalmış.” Dinlerken aklıma takılıyor, adını bizim Deniz’den almış olabilir mi? Tamam, göz göre göre, bağıra bağıra gelmiş bir katliam bu. Ama Sayıştay’ın raporları dikkate alınsa sorun kalmayacak mı?

Oysa, o raporlarda “Sayıştay’ın sorumluluğu” başlığı altında şunların yazılı olduğu bilinir:

“Denetlenen kamu idarelerini, yasalara; kalkınma plan ve programlarına; ekonomiklik, kârlılık, verimlilik ilkeleri ile bütçe hedeflerine uygunluk açılarından denetlemek; mali tablolarının güvenilirliğine ve doğruluğuna ilişkin görüş bildirmek.”

Bunlar hatırlatılır ve eklenir:

“…inceleme ve denetimler sonucunda tespit edilen ancak denetim görüşünü etkilemeyen bulgu ve öneriler aşağıda yer almaktadır.”

Kuşkusuz iyi bir iş yapan acar milletvekilinin yapılmadığı için eleştirerek gündeme getirdikleri işte bu cümle yazıldıktan sonra anlatılıyor! İnanmak güç. Bu kadarla da kalmıyor. TTK ile ilgili 2020 yılı raporunda Sayıştay, kurumun kendi Teftiş Kurulu’nun işçileri kaytarıcılıkla, dalgacılıkla, verimsizlikle suçlayan raporundan uzun alıntılar yaptıktan sonra , şu tavsiyede bulunuyor: “…gelecekte yargısal husumetlerle karşılaşılmaması için her somut olayda tutanak tutulmalı, savunma alınmalıdır.”

Daha fazla söze gerek var mı? Yok olmasına yok da,  şu kadarı fazla sayılmamalı: Bunları iki gün önceki yazısında hatırlatan Kadir Sev’dir ve kendisi uzun yıllar Sayıştay denetçiliği yapmış, hâlâ da olup bitenleri izleyip bize anlatmaktan bıkmayan bir uzmandır. Öyleyse, onun son cümlesini de aktarmalıyız: 

“Düzenin kurumlarından gelecek hayır onların olsun…”

Bitirirken, kendi derdime dönebilirim.

Bir daha nasıl giderim oralara? Ya o küçücük kız çocuğu karşımıza çıkar, elindeki fotoğrafı göstererek “Teyze, amca, bak, babam burada!” derse! Ya, amca olmadığımı anlayarak düzeltir, “Bak, dede, bu benim babam. Babam ne zaman gelecek?” diye sorarsa! 

Ölüm güzellikleri yok ediyor, çocuğum! Böyle denir mi şimdi ona? Biz güzelliklerin ölümü unutturmasını sağlayıncaya kadar, diye eklesem, bir yararı olur mu?