Gündelik hayat ve devrimci praksis bizi salgın sonrası işçi sınıfının ve halkın büyük kesimlerinin nasıl yan yana geleceği, nasıl birlikte söz söyleyeceği, nasıl kolektif eyleme geçeceği gibi konular üzerinde tartışmaya çağırıyor.

Gündelik hayat ve devrimci praksis

Salgın sürecinde ve sonrasında normaller nasıl yenilenecek, yeni normaller neler olacak? Sosyal mesafe, fiziksel mesafe ve teknoloji desteğiyle keşfedilen yeni düzenek nasıl devam edecek? Ne zaman ve nasıl sonlanacağı belli olmayan bu süreçte çalışma hayatı ve toplumsallaşma deneyimleri nasıl şekillenecek? Ve bu arada, neler olacak gündelik hayatta?

Tüm bu sorularla karşı karşıya kaldığımız an, gündelik hayat tartışmalarının devrimci tarihinin neredeyse unutulduğu bir an. Günümüzde gündelik hayat tartışmaları bu devrimci tarihi karanlıkta bırakıyor. Bu tartışmalara göre, Marksizm sınıfı yalnızca üretim noktasında görür. Marksizmin anladığı haliyle sınıf devrimci özüyle toplumdaki çoklu çelişkileri emek-sermaye çelişkisi içinde boğar. Gündelik hayatın karmaşık, derin anlamlarla yüklü dokusunun barındırdığı mikro direniş imkanlarını görmezden gelir. Dolayısıyla, Marksizm gündelik hayatı, kültürü ve ideolojiyi açıklamakta yetersiz kalır. Gündelik hayat üzerine günümüz kültür ve ideoloji çalışmaları Marksizmin iddia edilen “yetersizliği” karşısında aynı yola çıkan üç patikaya yönelir.

Söz konusu patikalardan ilki ekonomi politik ve tarih çözümlemelerinden uzaklaşarak hümanizme ve idealizme yönelmedir. Bu yönelim kapitalist üretim ilişkilerinin nesnel ve öznel boyutlarının bütünlüğünden öte öznel boyutlarına odaklanır. Esas olan içine girdiğiniz su değil suya giriş biçiminizdir, yüzüşünüzdür, yüzdüğünüz yöndür.

İkincisi, toplumsal analizde sömürü ilişkilerinden değil piyasa ilişkilerinden hareket etme eğilimidir. “Bu kadar da olmaz ama”nın içerdiği başkaldırı, piyasa-karşıtı bir reformize ve müzakereci demokrasiye yönelir. Gündelik hayat çalışmalarındaki patikalardan üçüncüsü ise sınıftan uzaklaşarak bireyci kurtuluş çağrılarını yükseltme eğilimidir. Birey gündelik hayatta kendi edindiği kimlikleriyle vardır ve bu kimliklerin tanınması gerekir. Hangi patikayı seçerseniz seçin, gündelik hayat temelde kapitalizmin ve sömürü ilişkilerinin bilgisinden ziyade bireyin bilgisi dışında bir yerden anlaşılamaz.

Şimdi soralım: “Salgın sonrası gündelik hayatı, toplumsallaşmayı bu eğilimler ışığında mı düşüneceğiz yoksa Marksist gündelik hayat tartışmalarının teorik temellerini ve siyasal ufkunu mu hatırlayacağız?” Sınıfın gündelik hayattan işyerine, yabancılaşmadan siyasallaşmaya, iktisadi varoluştan siyasal/ideolojik varoluşa kadar tüm boyutları Marksist geleneğin konusu, derdi, çabası ve mücadele alanı olmuştur. Dolayısıyla, gündelik hayatı ve devrimci praksisi düşünmek bugün oldukça önemlidir.

Gündelik hayat, Marksizmin zengin teorik ve yöntemsel birikimi ışığında kapitalizmin tarihsel ve bütünsel analizinin içinde ele alınır. Sınıf, kapitalist üretim ilişkileri ve gündelik hayat canlı, gerçek ve yaşayan kavramlar olarak tartışılır. Emperyalizm, meta fetişizmi, yabancılaşma, ideoloji, karşı hegemonya, sınıf kültürü ve sınıf mücadelesi gibi kavramlardan soyutlanmış bir gündelik hayat anlatısı sıkıcı olmanın ötesinde toplumsal gerçekliğin anlaşılması ve açıklanması sürecinde kifayetsizdir.

Gündelik hayat, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu toplumlarda bir momenttir. İçinde bireyler vardır ama bireysel değildir. Mikro alanlarda var olur ama mikro analizle kavranamaz. Çoklu, kaynağı belirsiz ve her yerde olan tahakküm ilişkileri üzerinden anlaşılamaz. Sınıf mücadelesi toplumsal ilişkilerin bütününü oluşturmasa bile bütün toplumsal ilişkiler sınıf mücadelesi ekseninde biçimlenir ve yeniden biçimlenir.

Gündelik hayatın siyasal ufku ise devrimci praksistir. Gündelik hayat, bir yandan, kapitalist üretim içinde var olan yabancılaşmayı toplumsal yeniden üretim içinde sürdürür. Diğer yandan ise bu yabancılaşmayı kıracak potansiyeli barındırır. Dolayısıyla gündelik hayatı, “çalışanların, yoksulların halleri” gibi görme ve tanımlama ediminden öte de sınıf siyasetiyle birlikte düşünmek gerekir. Sınıfın karşı karşıya olduğu şiddeti endişe, umutsuzluk, mağduriyet ve kaybetme hissiyatından öte devrimci öfke, çaba, inat ve mücadele olarak kavrar. Bu da bizi gündelik hayatın içinde yer alan toplumsal değişim üzerinde düşünmeye çağırır.

Gündelik hayat içine sızmış tüm mücadelelerle, tüm direniş stratejileriyle birlikte tartışılır. Sınıf kültürünün ve deneyimlerinin karşı stratejiler biçiminde güçlendiği anlar ve mekanlar olarak ele alınır. Ve gündelik hayat, işçi sınıfının kolektif eyleme imkan ve ihtimallerini yaratması olarak incelenir. Kolektif eylemi, 1844 El Yazmaları’nda Marx şöyle anlatıyor: “Komünist işçiler bir araya geldikleri zaman, kuram, propaganda vb., ilk amaçlarıdır. Ama aynı zamanda, bir araya gelmelerinin sonucu olarak, yeni bir gerekseme kazanırlar ve araç gibi görünen şey amaç olur. Fransız işçilerinin bir araya geldikleri yerlerde bu pratik süreci en yüce sonuçları ile görürsünüz. Sigara, içki içmek, yemek yemek vb. artık temas etme ya da bir araya gelme amaçları değildir. Arkadaşlık, birlikte olmak, konuşmak –ki bunların da amacı toplumdur- onlara yeter; insanların kardeşliği onlar için laf değildir, hayatın bir olgusudur ve onların çalışmayla sertleşmiş bedenlerinden insanın soyluluğunun ışıkları fışkırır.”

Gündelik hayat ve devrimci praksis bizi salgın sonrası işçi sınıfının ve halkın büyük kesimlerinin nasıl yan yana geleceği, nasıl birlikte söz söyleyeceği, nasıl kolektif eyleme geçeceği gibi konular üzerinde tartışmaya çağırıyor. Sermaye de salgın sonrası zamanı, üretimi, kenti, gündelik hayatı nasıl kullanacağını ve manipüle edeceğini hesaplıyor. Yeni normalleri ve yeni ritmini kurmaya çabalıyor. Bu, sermaye adına bir seferberliktir. Bu seferberliğe karşı, işçi sınıfının, emekçilerin kendi ritmini yaratmasıdır asıl olan. Bir sosyal bilimcinin sözüyle, “Devrim gündelik hayatın kesintiye uğraması, şenliğin geri getirilmesidir.”