Geriye ise kapitalist gündelik kaygıyı paranoyaya çevirmek kalıyor! Tıpkı sessiz istilanın ima ettiği gibi: 'biz' hiç farketmeden 'onlar' gelmiş, üstüne her şeyi de ele geçirmişler!

Gümbür gümbür bir istila!

Sene 2005 ya da 2006. Aylardan Mayıs, bir ihtimal Nisan. İzmir’deyim. Bahar çoktan gelmiş. Tatlı ve ılık bir Pazar sabahı. Çok sevdiğim bir yol arkadaşımla tabip odası seçimlerine, oy kullanmaya gidiyorum. Hayat çalkantılı, gelgitli ve mücadele dolu. Telaşla ve biraz da keyfini çıkararak kolkola Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne giriyoruz. Sabah erken olduğu için havada bir rahatlık, hafiflik ve sakinlik var. Mutluyuz. Ve de umutlu. 

Kıbrıs Şehitleri’nde ise devasa bir pankart asılı. Caddenin tam ortasına, yukarılara, iki apartman arasına gerilmiş. Boz bir kurt, bakışları keskin. Ve altında da büyük puntolarla “Dünya Türk Olsun” yazısı. Bakakalmıştık o ilk an, “bu da nereden çıktı şimdi” diye düşünerek. Hakikaten, o güne kadar, kentin göbeğinde düz beyaz bir milliyetçilik ile hiç karşılaşmamıştık sanırım. Bildiğimiz, tanıdığımız, eski usul, neredeyse kabile kökenlerine dayanan feodal bir milliyetçilikti. Bu yeni pankart ise işin renginin değişmekte olduğunun işareti gibiydi. Zaten çoktan orada, toplumun içinde, zihninde aklında olan bir görüntü ayyuka çıkmıştı sanki.

Dönem liberal barış dönemiydi. Ülkede Kürtçe’nin de bir dil olarak kabul edilmesi gibi bir gündem vardı. İktidar kendine yol açmak için, kendisi dışında kalan herkesi herkesle çarpıştırıyor ya da barıştırıyordu. Ve aradan da yırtıyordu. O pankarttan sonra İzmir’in hemen her yeri, duvarlar, köprü ayakları, “DTO” yazısı ile doldu. Her köşebaşını “Dünya Türk Olsun” gibi primitif bir istek kapladı. 

Toplumsallaşamayacak kadar keskindi DTO ekibi. Kıbrıs Şehitleri caddesi üstünde, pankartın asılı olduğu yerde bir “dernek” ofisleri vardı: Dünya Türk Olsun Derneği! Dertleri ise Kürt’lerdi. O kadar! Ülkenin tarihi bir başka yönde ilerleyince birkaç gazete röportajından sonra da kaybolup gittiler. Geriye logoları kaldı. Orhun Yazıtları’nda geçen “Aynh” kelimesi yani “𐱅𐰼𐰇𐰰”. O kelime birçok yerde, araba arka camında, kola yapılan bir dövmede ya da bir t-şört arkasında kalıcı hale geldi. Tüm kenti kaplayan duvar yazıları ise silindi gitti.

Belki de bir sosyal deneydi DTO’cular. Bilemiyorum! Ama o günün Türkiye siyaseti için eğreti, ucube ve zorlama duruyorlardı. Aradan geçen 15 yılda ise tablo değişti. Milliyetçilik envanterine göçmen karşıtlığını ekledi!

DTO sanırım göçmen karşıtı değildi ama o dönemde “göçmenler” olmadığı için. Sadece bu sebeple! Onlar Diyarbakır’dan ya da Mardin’den İzmir’e göçenlere laf ediyorlardı. Dertleri onlarlaydı. Oradan da tüm Dünya Türk Olsun’a varıyorlardı. Günümüzün düz dünyacıları gibi. Siyasette ve hayatta tutunamayacak kadar meczuptular! Kimi, nereden kovacaklardı ki?

Sonra gündem değişti, tarih değişti. Dünyanın düzeni milyonlarca insanı yerinden, yurdundan etmeye başladı. Ve Avrupa’da “göçmen karşıtlığı” ana siyaset haline geldi. Sermaye, göçmenleri sadece fabrikada seviyordu; sokakta değil! Topluma da bunu yayıyordu.

Şimdi “göçmen karşıtlığı” Türkiye siyasetinde de bir ana renge dönüşmek üzere. Belki de çoktan dönüştü. Ve bu yeni siyaset öyle DTO’cular gibi “meczup” falan değil. Başka bir şey oluyor etrafımızda. Kapitalizm, Türkiye’ye de şekil veriyor.

*

Malum, mesele Türkiye ile sınırlı değil. Göçmenler, sığınmacılar, mülteciler, yerinden yurdundan kopanlar, koparılanlar her yerde. Dünyanın bilmem kaç ülkesi ise sınırlarına duvar çekmekle meşgul! Ama Türkiye birçokları için bir başka sınır anlamına geliyor: Avrupa’nın sınırı... 

Emperyalizm sağolsun! Göçmenlerin Avrupa’ya seçilerek gitmeleri için neredeyse birkaç Avrupa ülkesi kadar göçmen birikmiş durumda Türkiye’de. Ve hazır birikmişken göçmenler artık Türkiye’de de çok “işe” yarıyorlar: Üretimde ve de siyasette.

*

Olaya “düzen siyaseti” tanımlaması dışında, sağ ve de sol diye bakacak olursak, şablon hazır: sağ “defolun” diyecek, sol ise “olur mu öyle şey!” Ve göçmenler göçmeye, dünyanın düzeni de işlemeye devam edecek. Beklenen bu!

Sağın işi kolay, solun işi ise zor! Zor çünkü söz konusu mağdurla, garibanla, mazlumla dayanışma olunca sınıf siyasetinden uzak bir solun ne kadar şansı var, emin değilim. İnternette dolaşan bir söz gibi: nasıl ki sınıf siyasetinden yoksun çevrecilik bahçe bakım sanatına dönüşüveriyorsa sınıfsız göçmen hakları savunusu da “yardımseverlik” oluveriyor. En iyi ihtimalle!

En iyi ihtimalle diyorum çünkü meselenin emperyalizm boyutu var. 2000’li yıllarla birlikte dünya çapında güneyden kuzeye, doğudan batıya yaşanan göçün öznesini bilmem söylemeye gerek var mı? İnsanlar durup dururken binlerce kilometreyi aşmıyor! Hem de çoğu durumda ölmeyi göze alarak!

Öyle değil! Ama malum: gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de de bu sürecin öznesi olarak göçmenler gösteriliyor. Mülksüz, yoksul milyonların bilinçli bir tercihine indirgeniyor bütün mesele. “Onlar” istiyorlar ve dağları, zorlukları aşıp “İstanbulumuza” doluşuyorlar mesela! Özne onlar. Başka bir şey değil! 

Ve “aşırı sağ” diye tanımlanan siyaset de buradan besleniyor. 

İnsan sormadan edemiyor: “aşırı olmayan sağ” ne diyor ki bu konuda? Sağın aşırısı ile normali arasındaki fark ne ki? Göçmen konusunda, sınıf konusunda… Hepsi düzenin bekçiliğin yapmıyor mu eninde sonunda?

Geriye ise kapitalist gündelik kaygıyı paranoyaya çevirmek kalıyor! Tıpkı “Sessiz İstila”nın ima ettiği gibi: “biz” hiç farketmeden “onlar” gelmiş, üstüne her şeyi de ele geçirmişler! Kesin! Gaflet ve dalalet içindeki halk, siyaset de zaten uyuyor!

*

Paranoya siyasette de gündelik hayatta da ilgi çeker. Öncelikle iddialı ve net olmasından dolayı ilgi çeker. Sonra da tuhaf, sıradışı, alışılmamış ve hatta eğlenceli olduğu için. Her duyan bir döner bakar. Az da olsa dinler! Ama paranoya esas olarak gerçeğin eğilip bükülmesini sağlar. 

Göçmen meselesi ve göçmenler üzerinden yaratılan paranoya ise gerçekliği katman katman bölüyor. Üst üste katlıyor, sonra bir daha bölüyor. Sermaye ise bu işten kârlı çıkıyor! 

Bir tek sermaye mi? Evine Türkmen bakıcı alan mühendis çift, bahçesini Afgan işçiye emanet eden çiftçi, makine başına kalifiye Paki eleman bulan tornacı da kârlı çıkıyor. Ya da kârlı çıktığını sanıyor. Keza binlerce, yüzlerce göçmeni kaçak (ya da yasal) olarak çalıştıranın yanında “bir” nedir ki!

Bu işten herkes kârlı çıkıyor! 

Ya da herkes aldanıyor!

Ve…

Gümbür gümbür bir istila yaşanıyor: Piyasanın tüm akılları kötürümleştiren istilası.

Olan orada, burada sönüp giden hayatlara oluyor. Sınırın dışında ya da içinde.