Kahraman, kurulu düzen içinde kendi başına duran aydın, sanatçı değildir. Partidir, örgütlülüktür. Örgütsüz aydın, tek tük aykırı emsal bulsanız da, bir yere kadardır.

Genco Erkal’dan ne kaldı?

soL’da birkaç haftadır pazar günlerini iple çektiren “Sahaflar Çarşısı” dizi yazılarını takip ediyorsunuz değil mi? Yusuf Şaylan ve Özkan Öztaş, “zamanın soluğuyla biraz yıpranmış” kitapların sayfalarını özenle çevire çevire, öyle dağarcık zenginleştirici, öyle bellek dürtücü, öyle önemli bir “iş” yapıyorlar ki… Oldu da, şimdiye kadar kaçırdıysanız, sitede arşivine dalıp okumanızı hararetle öneririm.

Bu “kafadarların” böyle bir şeye muhabbetle kol sıvayışlarına, açıkçası haset ettim ve şöyle pek bilinmeyen afili bir kitap da ben hatırlatayım da, nazire olsun diye özendim. Ama ne mümkün! Patronlar düzeninin zulmü, zindanı, ipi, kurşunu, alevi yetmez gibi, doğanın kaçınılmazı da hükmünü günbegün aydın kıranıyla gösterir olunca, öylece kırıldı, bir kenarda kaldı hevesim. Ama, bu dizi yazılar, bana, bir tozlu rafta bir kitaba uzanıp çeken ve bıraktığı boşluğundaki temizliği ortaya çıkaran parmaktaki boğum boğum vefayı çağrıştırdı ve belki bu tatsız, can yakan gerekçeli erteleme, bu iki olgunun buluşmasına vesile olabilir diye düşündürdü.

Genco Erkal öldü. Genco Erkal yani, artık yok. Bu kadar sade, kaba bir şey oldu. 

Çok izledim, dinledim sahnede, oyunlara şiirlere beden ve ses oluşunu. Ama niyeyse, onca şeyin içinden, “Faize Hücum”da bankerin kapısını sırtlayan baba, 5 numrolu kamyonetinin lastiğine giysilerini tıkıştırıp çırılçıplak kalan Şoför Ahmet, Bay Puntila’nın masa üstünde yuvarlanan uşağı Matti ve Hakkâri’de öğrencileriyle vedalaşan  öğretmen ve çoban kabanı gelir en sık gözümün önüne. Ah, bir de, Brecht’in ünlü dilemmasının sahnenin zemin ahşabını kırarcasına karşılıklı ayaklar yere vurularak haykırılışı… Ne yazık o ülkeye ki… asıl ne yazık o topluma ki… Andrea. Galilei… yoksundur! ihtiyaç duyar! kahraman!

Geçen öldü Genco Erkal. Artık yok yani. Çok kaba… 

Hakkâri kırsalından Ferit Edgü’yle Genco Erkal, peş peşe gidip, portakal görmemişlerin Erkan Yücel’i eliyle Onat Kutlar’a yeni bir sinopsis uzattılar derdik, materyalist olmasak…

Hayat sert med-cezirlidir bazen, kırgınlıklar, öfkeler de canlılığın doğası gereğidir. Orhan Veli, “ölünce biz de iyi adam oluruz” derken, “hayırla anma”yı sarakaya alır gibidir. 

Azımsanmayacak bir kesim “Genco Erkal realitesi”ni böyle değerlendirdi ölümünün ardından. Ölünün değil, ölümün ardından, yoksa sağken de dile getirilmişti. Vehbi Koç Vakfı’nın ödülünü kabul etmişti Erkal. Doğru, keşke reddetseydi. Stalin’i Hitler’le eşitlemişti. Evet, tarihe karşı ayıptı en azından. TKP’ye çemkirip CHP’ye duacı olmuştu. Gerçekten kırıcıydı…

Daha pek çok örnek vardır mutlaka aramızdan soğuk yel geçiren. “Soğuk yel” fazla naif oldu diyecekler de haklıdır, küstüren, sırt çevirten, vedalaştıran gibi doz ayarı yapacaklara sözüm yok. Keşke biyografisine bunlar sıçramasaydı. Ama oldu. Sonra Genco Erkal öldü. Yoo, ölüm bu “keşke”leri, hayırla anarak” silme, olmuşu olmamış gibi örtme vesilesi olamaz. Devrimciyiz biz. Tıpkı “olmuş”u hatırlatanlar gibi.

Genco Erkal öldü. Ölüm, şeydir de, bilançodur da. “Nasıl bilirdiniz?” derler ya, o olsa gerektir. Aktife pasife bakmadan “hayırlar”lar İslami gelenekte. Ama, biz devrimciyiz. Hayatına bakarız gidenin. Ardında toplamda ne bıraktığına. 

Keşke bunlar olmasaydı biyografisinde, ama, halka, emekçi sınıfa ihanet, sermayeye satılmışlık, dolayısıyla kurulu düzenin kendini tahkim etmesine yardım mıdır Genco Erkal’ın yekûnu? Öyle mi bilirdiniz, hayatını ve bütün kalanı? O iğrenç şair, ne diyordu dönüş beyanında? “Tutun ve yüzleştirin hayatları…” Hadi yüzleştirelim bence de. 

Dostlar Tiyatrosu repertuarı, eğitmen ve oyuncu kadrosu, yetiştirdikleri,  izleyici  profili, kurulu düzen ve emek çelişkisinde durduğu saf, toplumsal ve sanatsal temsiliyeti hep toplanıp tarihin kantarına çıkacak ve Koç Vakfı, hem de Evren’e mektup yazmış Vehbi damga vuracak Genco Erkal olgusuna öyle mi? Kırgın öfke anlaşılır bir şeydir, özellikle yakınına karşı, ama gerçekten söyleyin, öyle mi? Zaman geçecek, yürekler soğuyacak, bir kendine has tınılı sesin, bir mimiğin, geniş geniş jestlerin, bir teatral bakışın, artık hiç sahne almayacağı bilince çıkacak. Yaman bir eksiklik mi sızlatacak burun kemiğimizi, “ya, o zaten Vehbi…”buzuna mı keseceğiz o zaman? Ne kalacak geriye?

Bu, Genco Erkal üzerine bir yazı değildir. Onu çok daha yetkin yapacak dostlarımız var… Bu, Genco Erkal eleştirilerine çok anlamsız olacak bir yanıt da değildir. O değildir, bu değildir, e, nedir?

Bu, o “Sahaflar Çarşısı”nda raftan kitap çeken  parmakta gördüğüm vefa iç gıcıklamasıdır. Kalan boşluktaki toz değmemişliğin hakkını teslimdir.

Bernard de Chartres, “biz onlardan daha iyi görebiliyor ve daha uzakları seçebiliyoruz. Gözlerimiz daha keskin, ya da boyumuz daha uzun olduğu için değil, sırf bizi omuzları üzerinde havaya kaldırdıkları için” der, severim...Mütevazıdır vefa….

Ve bunların ötesinde, haklı dayanaklar bulunsa da, öfkenin üst perdeliliğinin nedenine bir başka yönden bakma denemesidir bu.

Sondan başlayarak şöyle bir hafıza kurcalarsak… “Koç Vakfı üzerinden sermayeye soytarı olmuş” Genco Erkal. “Etliye sütlüye karışmamış, eylemsiz” Ferit Edgü. “Saray’a bel büken” Fazıl Say. “Erdoğan sakilliğini kadrajlayan” Ara Güler. Sayın siz daha…  Tuhaf mı bu öfke? Hayır, çünkü bu durumda maalesef Andrea haklı demektir, bu ülke, kahramandan yoksundur. Bu da öfkeyi artırır, çünkü maalesef Galileo’nun hayıfı da geçerlidir  ve bu ülke, kahramana muhtaçtır. Sezen Aksu bile, ne niyetine yenecek belirsizlikte olabilir…

Kolaydır, yukarıda sayılan ve çok dahası sayılacak isimler üzerinden, “şunu yaptı”lar, “şöyle yaptıydı”lar üzerinden lanetler ve alkışlar salıncağında oyalanmak. “Son tahlilde” bilançonun hangi hanesi ağır basar diye bakmak, şimdilik mümkün olan tek çözüm gibi.  Koç ödülü mü, örneğin Dostlar Tiyatrosu’nun AST’La birlikte Brechtyen, Nâzımgil (şimdi mi uydurdum?) sosyalist sanat birikimin azımsanmayacak parçası olması mı? Deklanşörde, emekçilerin, yoksul halkın, kenar semtlerin insan sıcağıyla buğulanmasının kareleri mi, Erdoğan’ın klozeti mi? “İnsan nedir şimdi bildim…”ler ve orotaryolar, Altıoklar, Nâzımlar mı, “konserime hoş geldiniz” mi? Türkçenin olağanüstü içten akış kullanımının, emeğin ve mahrum bırakılmışların metinleri, yayınları, boyaları mı, “hiç polemiğe girmezdi” mi? Sayın siz dahasını…. Ne kalır dersiniz bizim tarihimize?

Tamam, keşke olmasaydı çok şey. Lâkin, evvel madde! E oldu, e olacak da… 

Ama durum bu mudur? Bizi kimin ne gün ne yaptığının ötesine sıçratacak bir yol yok mudur? Vardır. Kahraman, ancak ve ancak örgüttür, örgütlü güçtür. Bunun üzerinden atlarsak, bireysel, dolayısıyla, bireylerin genelleşmesinden oluştuğuna göre toplumsal planda örgütsüzlük, yalnızlık, tek başınalık ve güçsüzlük duygusunun hâkim oluşuyla da kendini gösterir. 

İçinde yaşadığı düzenin kötülükleriyle baş edemeyeceği düşüncesinin yaygınlığı, bir kurtarıcı, bir kahraman arayışına, bekleyişine kaynaklık eder. Amerikan tarzı “süper kahraman” çizgiromanlarının dayandığı temel “ihtiyaç”, bile budur. Bizde, onların yerini, özellikle 2000’ler sonrası popüler figürler almıştır. Son derece kaygan bir zeminde yalpalayıp duran figürlerin, yalpaladığı yöne göre kâh nefret, kâh omuzdaşlık boyutunda karşılık bulması, örgütsüzlük kaynaklı güçsüzlüğün açık göstergesidir.

Daha çok müzik ve televizyon alanındaki isimlerden örnekleri düşünün. Bir cümlesiyle satılmış hain, üç vakit sonra bir başka cümlesiyle canımızın içi olup duran, sonra hop, yine alçalan ve bu döngüde şaşkın ne çok “ünlü” var değil mi? Öfke ve bağışlama gitgelleri sadece balık hafızalılığa bağlanamaz. Örgütsüzün, yanında bir güce duyduğu yakıcı ihtiyaçtandır. O kadar yalnızdır ki, o kadar tutunacak dal aramaktadır ki…

Kendini solda gören ya da gösteren bir aydından, sanatçıdan, omurgalı, sarsılmaz duruş tutarlılığı beklemek, bunu görmeyince öfkelenmek yanlış mı? Kesinlikle değil, ama eksik ve çıkışsız, biraz da ham ve küfesiz olmadığında. “Karşı safın insanı mı” yanıtı, anlık değil nesnelse.

Dedik ya, kahraman, kurulu düzen içinde kendi başına duran aydın, sanatçı değildir. Partidir, örgütlülüktür. Örgütsüz aydın, tek tük aykırı emsal bulsanız da, bir yere kadardır.  O zaman örgütlensinler efendim, ona da gelmiyorlar! Öncü-kitle diyalektiği, entelektüel yeti kademesine bağlı bir şey değildir. Öyle olsa, sana ne gerek, bana ne gerek, parti ne?…

Yalpalıyorlar mı zaman zaman? Onlarla bir o yana bir bu yana salınmaktan, sevgi-nefret ilişkisinde bocalamaktansa, sınıfın organik aydınlarını üretmeye ne oldu kuzum?

“Size burada kaldığım süre içinde birçok şey öğrettim. Birçok şey öğrendiniz... Ama ben şimdi sizden giderayak bir şey istiyorum. Bütün öğrettiklerimi unutun... Size hayat bilgisi dersleri verdim. Ama siz hayatın gerçek bilgisini kendiniz burada, bu dağ başındaki köyünüzde, sonra, uzak kentlerdeki askerliğinizde, maphusluklarınızda öğreneceksiniz. Unutmayın ki kitapların yazdığı her zaman doğru değildir. Benim için doğru olan, sizin için doğru değildir. Benim için gerçek olan, sizin için gerçek değildir.”