Ben Füruzan Şekerşerbet. Yeni yılınızı kutlamakta gecikmemin nedeni tam olarak budur: Kayboldum!

Füruzan Şekerşerbet: Bir Yılbaşı yazısı (10)

“Önümüzdeki nisan ayında on altı yaşından gün almaya başlayacak olan yaşlı bir Siyam kedisiyim” diye başlamıştım 3 Ocak 2021 tarihli yılbaşı yazıma. Şimdi 2021’in son günlerindeyiz. Siz bu yazıyı okurken ben on yediyi bitirmiş ve on sekize doğru yol almaya başlamış olacağım.

Anladınız… İhtiyar bir kediyim. Her yılbaşı yazısında sizlere “uşağım” olarak tanıttığım ama uzun bir süredir “sadık dostum” payesini verdiğim kel ve pos bıyıklı harika adamın her geçen gün artarak süren desteği benim için bulunmaz bir mutluluk kaynağı olmuştur. Şimdi radyatörün üstüne uzanmış bir yandan sıcağın keyfini çıkarırken bir yandan da günlük makyajımı yapmaktayım… Evet birdenbire kayboldum!

Daha doğrusu bitirdiğim ve sevgili editörüme göndermek için hazırladığım yazım kayboldu. İnanmayacaksınız ama dört kişilik arama-kurtarma ekibi bunlardan biri İstanbul’dan, biri Bodrum’dan ikisi Ankara’dan olmak üzere dört usta arayıcı kimi uzaktan bağlanarak, kimi olay yerinde iz sürmelerine ve saatlerce uğraşmalarına rağmen beni bulamadılar. Yani yazımı …

Sonra kel ve pos bıyıklı adamın yazıyı kayıt altına almadan göndermeğe kalktığı hükmüne varan arama- kurtarma ekibi araştırmalarına son vererek, beni kendi halime bıraktılar. Kendi halim, odadan odaya bıyıklarını çekiştirerek volta atan keyfi kaçmış, üzünçlü kedi halidir…

Ben Füruzan Şekerşerbet. Yeni yılınızı kutlamakta gecikmemin nedeni tam olarak budur: Kayboldum!

Şimdi buradayım, klavyenin başında. Ve yeniden merhaba:

Yaklaşık on sekiz yıl boyunca inatlaşarak canından bezdirdiğim hanfendiden kılıç hakkı olarak aldığım tv’nin karşısında yer alan koltukta veteriner hekimimin, harika bir hekimdir, ısrarla “geceleri rahat uyumak için gündüz uykularını ihmal etme” yollu tavsiyesine uyarak virgül vaziyetinde kestiriyordum ki bir bağırtıyla uyandım.

Bilirsiniz yalanı sevmem, emin olun korkudan dudağım yarıldı. İlkin sadece bir yığın sözün arasından “Mektup” ve “Utanmaz” sözcüklerini seçebildim. Evet… Galiba ortada bir taciz meselesi vardı. Demek ki birisi birine fena halde dadanmış, dadanmakla kalmamış, birinin birisine yazdığı bir de mektup yakalanmıştı. Ya da birisi gına getirmiş olmalı ki kendisine gönderilen bir mektubu ifşa etmek zorunda kalmıştı. “Utanmaz adam bir de mektup göndermiş bana” diye, boyun damarları şişmiş, çığlık çığlığa bağırdığına göre, ikincisi daha doğru olmalıydı… Sonradan anladım ve insan hallerini kedi halimle yorumlamakta güçlük çeksem de bağıran adamı haklı buldum. Zira mektup yazan her kimse büyük bir şehrin başıymış ama mektup yazılan büyük şehir dahil bütün şehirlerin başı olduğundan bu davranış devlet geleneğine uymayan edepsiz bir davranış imiş… Vallaha da tillaha da haklı, ben onun yerinde olsam o utanmaz adamı azarlamakla yetinmem, İçişlerime bakmakla mükellef müdürüme bir temiz dövdürür hatta kendim elini, yüzünü cırmalar insan içine çıkamaz hale getirirdim keratayı!

Neyse ki başka bir mesele gündeme düştü de mektup olayı kapandı. Şimdi dolar ve faiz burcundayım. Yükselenim ise enflasyon :

Kaçırdı… Bir defasında ben de kaçırmıştım. Kumun içine değil de dışına… Bu, TV’de herkesin önünde kaçırdı. Oysa ben yalnızdım ve kanepenin arkasına saklanmış saatlerce orada kalmıştım utançtan. Bu öyle değil… Yani bunda utanma falan aramayın. Bir de “Kıpır kıpır oldum, lan nasıl muhteşem bir şey…” demez mi? Bunu ağzından kaçırdığında dolar on sekiz falandı. Sabaha kalmadan on buçuk falan oldu. Böyle olacağından haberdar olanlar dolarlarını on sekizden satıp on buçuktan geri aldılar. Sonra “gözlerimin içine bak ne görüyorsun!” demez mi, baktım kıpır da kıpır…Öte yandan birileri Malatya “üçayak” halayına durmuşlar ki davul, zurna hey hey... Fukara takımı nereden bilsin ardından gelecek olanın Burdur’un “Teke Zortlatması” olacağını!

 Hatırlayacaksınız elbet, bundan önce biri vardı, o değil, ondan da önce, hani “bakın burası çok önemli” değişiyle ünlü havalı çocuk, hani damat olan. Çok güzel uydurur, uydurduklarını da güzelce ipe dizerdi. İki sene oldu olmadı ipe dizdikleri şuydu: “Şubat ocaktan iyi olacak, mart şubattan daha iyi olacak, nisan martın fevkinde olacak, mayıs ve sonrası ouuooo olacak, uçacağız…” Evet, bugünmüş gibi hatırlıyorum. Yine her zaman ki koltuğumda yan gelmiş, patilerime manikür yapmakla meşguldüm. Bu sözleri duyduğumda 5 litrelik kedi kumu yedi lira civarındaydı. Geldik bu güne ve bakar mısınız gerçekten ouuooo, otuz lira civarında ve bu gidişle inşaat kumuna mahkum olacağım gibi geliyor bana!…

Dolar mı, sormayın… Kur, faiz, enflasyon sarmalı damadı alaşağı etmişti. Şimdi işsizdir. Ancak şu konuda yanılmadığı kesin: “ Bakın burası çok önemli, dolar 10 lira olacak, 15 lira olacak ya, 6-7 liradan toplayalım 10- 15 liradan satarız…” Evet, bunlar onun dedikleridir ve isabetli bir öngörüdür. Bırak 15’i 18’i bulmuştur ki gereğini yapmışsa ki yapmıştır bizim Maraşlıların demesiyle kabarcık üzümünü gözünden vurmuştur. Oldu mu sana o da kıpır kıpır! Damada dair hatırladıklarım bunlardan ibarettir!

Adını hatırlayamadığım o gülünç adamın dediği gibi “Dolar ister dolsun ister dolmasın” beni ilgilendirmeyecekti ama mama ve kum meselesi var. Kum meselesine değindim ve dediğim gibi kendini evinin efendisi sanan hanımefendi beni inşaat kumuna mahkum etmeye yeltenirse evde bir süredir hüküm süren mütarekenin bozulması kaçınılmaz olacaktır. Tuvalet kağıtlarının fiyatı dolar nedeniyle fena halde fırlamış. Bu benim duyduğumdur. Sakın bunlar bunu bahane edip benim kuma göz dikmesinler. Bunu katiyen kabul edemem. Eskiden taharet bezi kullandıklarını duymuştum. Eskiye dönsünler olsun bitsin canım benim kumumla ne alıp veremedikleri var!

Mama meselesine gelince. Hayati derecede önemli zira benim kullandığım diyet mama da hanımefendinin demesine göre dolarla fiyatlandırılıyormuş. Tabi bu durumda “dolar ister dolsun ister dolmasın” diyemiyorum. İster inanın ister inanmayın günlerdir sıkıntıdan uyuyamıyorum. Radyatörden koltuğa, koltuktan battaniyenin altına gidip geliyorum. Şuna bakar mısınız, mamada “kademeli geçiş” öneriyor Hanımefendi. Benim “kel”in bunu kabul edeceğini sanmıyorum ama lafzı bile pek can sıkıcı. Şöyle olacakmış, ilkin iki öğüne inecekmiş kuru mamam, sonra bir, en sonunda da yemek artıkları!Hanımefendi gayet öfkeli ve kavga etmek için bahane aradığını “esnerken patinle ağzını kapatmayı öğrenemedin bir türlü Füruzan Hanım” diye söylenmesinden anlıyorum. Nasıl da müstehzi! Bir de demez mi, beğenmiyorsam gidecekmişim… ODTÜ Ormanları şurasıymış… Brrrrrr…

Neyse bir iki gündür ortalık duruldu gibi. Koltukta yüz makyajımı yapmakla meşgulüm. Bunun için patimi ve dilimi kullanıyorum. Yorucu oluyor ama günün her saatinde temiz ve güzel görünmenin de bir bedeli oluyor işte! Makyajımı bitirmiş gerinip esneyerek uyku pozisyonuna geçecektim ki bağırtıyı duydum:

“Beyaz Türkler sahip çıkın hayvanlarınıza!”

“Bunlar azgın azınlık.” Alın size bir tartışma daha. Evet, sonradan anlaşıldı bu höykürmenin nedeninin sahipleri “Beyaz Türk” olan iki köpek yüzünden olduğu. Üzülmemek elbette olmaz, sonuçta saldırıya uğrayıp ağır bir şekilde hırpalanan bir çocuk var ortada ama iki köpek nedeniyle bütün sokak köpeklerinin kendi yaşam alanlarından kopartılıp barınaklara kapatılması fikri son derece abes geldi bana. Ben bir kediyim köpeklere reva görülen bu muamele beni doğrudan ilgilendirmiyor olsa da sıranın biz kedilere de gelip gelmeyeceğini kim bilebilir ki?

Hem sonra ben bu “Beyaz Türk” kavramına takılıp kaldım. Kendisi zenciymiş. Bir konuşmasında Zenci Türk olmaktan gurur da duyduğunu söylemişti. Benimkilere bakıyorum biri beyaz bir esmerce. Yazık, gördüğüm kadarıyla gurur duyabilecekleri bir deriye sahip değiller. Sonradan benim “kel” dostum evin henfendisine anlatırken işittim. Yusuf Kaplan derler biri varmış. Gazeteci… Onun demesine göre esasında “Beyaz Türk” diye de bir şey yokmuş. Onlar azgın bir azınlıkmış. Ne Türk ne de Müslüman olmayan azgın, devşirmenin devşirmesi bir azınlıkmış onlar. Bu azgınların tarihsel olarak oluşumunu da anlatıyor Yusuf! Ve demesine göre her şey 21 Haziran 1934’te başlamış. Bu tarihte çıkarılan Soyadı Kanunu ile insanların gerçek kimlikleri gizlenmiş, böylelikle kök-kimlikler tarihe karışmış giderek ülke kimliksizleştirilmiş.

“Kel” dostumun söylediklerine kulak misafiri oldum da bir kedi olarak Yusuf Kaplan Efendi’nin ileri sürdüğü teze katılmaktan kendimi alamadım. Soyadı Kanunu ile kim Türk, kim Çerkes, afedersiniz kim Ermeni birbirine karışmış oldu. Köken möken kalmadı.

Pırğğğ… İşte şimdi gülesim geldi, Allah müstahakkını versin Yusuf Kaplan, aklıma neler getirdin: Eskiden ne güzelmiş. Yani Soyadı Kanunu çıkmadan önce diyorum. Koca Götlülerin Mustafa, Kulaksızların İsmail, Eli Böğründelerin Recep, Gözü Çapaklılardan Emine …Ne güzel kök belli, köken belli!

Uzadı…Bu kadar yeter. Ben Çekiç kafa kırık kuyruk Füruzan Şekerşerbet…Kaybolmuştum. Gecikmem ondandır. Bağışlayın… Yeni yılınızı kutlarken patimle selamlıyorum!