Türkiye’de bu düzenin sendelediğinin düşünüldüğü dönemeçleri açıp yeniden baktığımızda, temelde bir şeyin sabit kaldığını görüyoruz.

Fırsat ekonomisinden bize ne düşer?

Pazarlık var, ilke yok. İttifak var, program yok. Vekil hesabı var, ama sonrasının hesabı yok. 

Siyaset var, ama siyaset yok. Fırsat var, ama fırsat yok.

Bu kirlilik ahlaki bir sorun değil sadece. Güncele dair oldukça problemli bir bakış açısının ürünü. Bu yüzden başka bir yolu deneyeceğiz burada. Çünkü belli ki öteki türlüsünün de bir “değer”i yok bugünkü fırsat ekonomisinde.

Başka bir yolu deneyelim, siyaset-güç ilişkisine bir basamak yukarıdan bakarak başlayalım.

Güçlenmemiz lazım… Hesap sormak için, artık bıktığımız için, nefes alabilmek için güç kazanmamız gerekiyor.

Tüm bunlar “değiştirmek” anlamına geliyor; çünkü güç, bir anlamda kendini ve etrafını değiştirebilme kabiliyeti demek. Doğayla kurulan ilişkide de böyledir: Bazen yalnızca varlığını korumak da bir değiştirme kabiliyeti gerektirir. Fırsatları değerlendirmeyi ve fakat risklere karşı uyanık olmayı.

Sosyal ilişkilere ve siyasete gelindiğinde bu durum bir miktar değişir, söz konusu devrimci siyaset olduğunda anlamı da farklılaşır: Siyaset, kılavuzlanmış ve odaklanmış güç demektir ve ancak örgütlü biçimde yapılır. Amacı ve hedefi vardır.

Felsefi düzeyde dahi amaç ve hedef ancak fırsatlarla birlikte anlam kazanır. Fırsatlara hakim olmadan siyasetin hiçbir biçimi yapılamaz. Modern dönemin siyasetini müjdeleyen Machiavelli’nin adına yapışıp kalmış ama esasında siyasetin tarihi kadar eski bir özellikten bahsediyoruz.

Ne var ki kapitalizm denilen sistem fırsatlara, amaçlara ve hatta güçten ne anladığımıza da kökten etki edecek bir değişiklik getirmiştir.

Burada artık bilmediğimiz ne kalmış olabilir?

Kapitalizm denildiğinde belki de herkesin ortaklaştığı tek şey kapitalizmin sömürüye dayalı, baskıcı ve kontrol edici bir sistem olduğudur. Kimisi bunun alternatifinin olmadığını düşünür, kimisi sömürüdeki, baskı ve kontrol mekanizmalarındaki rasyonel anlamın peşine düşer. Ama aklı başında kimse, üstelik böyle bir dünyada, hüküm süren bu düzenin “sevimli” olduğunu iddia etmekle uğraşmaz.

Oysaki kapitalizmin pek “bilinmeyen” yanı bir “fırsat ekonomisi” sunmasındadır. Basbayağı ekonomiden söz ediyoruz. Üretilen, tüketilen belli bir ömrü olan, değer biçilen, değerlenen ve değer kaybeden fırsatların döngüsünden oluşan bir mekanizma mevcut. Kapitalizmin “sihirli” yönlerinden biri ekonomik bir düzen olduğu kadar onun içi ve dışı olan bu bağlaşık ikinci ekonomiyi de canlı tutabilmesindedir.

Bu neden önemlidir?

Kapitalizmin gücüne ve bu gücü nasıl uyguladığına dair dönen tartışmaların merkezini teşkil ettiği için önemlidir. 

Kapitalizm dediğimizde “sermaye”den bahsetmiş oluyoruz ve sermaye öyle bir şey ki ondan kaçış yok. Ve açık ki bu bir “güç” demek. Günlük dilde “düzen” derken, “sistem” derken bahsettiğimiz ve bize yılgınlık verme kabiliyeti olan şey işte bu güç.

Halbuki sokağa çıkıp baktığınızda, markete girip çıktığınızda görebildiğiniz, gözlerinizin içine bakarak etki eden bir sermaye yok ortalıkta. Yani zamanında Marx’ın dediği gibi, metalar kendi başlarına pazara gidip takas etmiyorlar birbirlerini: Bir aracıya ihtiyaç duyuluyor, sermayenin kör gücünü uygulayan” ajanlar”a.

Bütün problem de burada başlıyor.

Çünkü kapitalizmin gücünü ölçmenin belli bir yolu yok. Biraz cesurca söyleyecek olursak, kapitalizmin gücünü ekonomik kriz anlarında ölçmek de mümkün olamıyor. 

Bu güce dair bir kıstas mümkünse eğer, o da ancak düzenin devamlılığı olabiliyor. Bu anlamda, kapitalizmin bir normali yok, esneme kabiliyeti sonsuz. Ve düzenin devamlılığı sağlanabildiği, buna uygun mekanizmalar yaratılabildiği ölçüde, en başta bahsettiğimiz gibi, kendini idame ettirebilmenin, kendini değiştirebilmenin kapasitesi de ortaya çıkmış oluyor.

Bu kapasitenin doğasını araştıran milyonlarca satırlık bir külliyat var. İdeoloji, devlet, faşizm, sosyal demokrasi, savaş, baskı, ikna, ödül, kandırmaca…

Öte yandan başa dönmek kaçınılmaz. Çünkü eninde sonunda bütün mesele saydığımız bu alternatiflere ikna olabilmekle ilgili. İknanın tek yolu “telkin” olmasa da baskı ve zorun telkin olmadan hiçbir işe yaramayacağını da biliyoruz. Demek ki kapitalizme bu kapasiteyi veren şey hayatın her anında ortaya çıkardığı fırsatlarla ilgili. 

Kapitalizmin en büyük becerisi kendi zayıflığını görünmez kılacak bir fırsat enflasyonunu kontrol edebilmesinden geçiyor. Çünkü bu düzenin çekilmez olduğunu düşünen, onun yıkılması gerektiğini düşünen milyonları sarhoş etmenin, döverek manyağa çevirmenin yolu onları çıkışsız bırakmak değil, düzenin değişebileceği fırsatının görünmemesini sağlayacak bir fırsat enflasyonu yaratmaktır.

Bu fırsat enflasyonunun da kendi başına pazara çıktığı ve takas edildiği düşünülmemeli. Mutlaka aracılara ihtiyaç duyuluyor. Hatta bu ikincisi bir kere ortaya çıktığında, fırsat ekonomisindeki arzın ihtiyaç duyduğu talebi de yaratıyor!

Kapitalizmin cezbedici fırsatlarının reklamdan, arzudan, sınıf atlama hülyalarından ibaret olduğunu mu düşünüyoruz… Fırsat ekonomisi ve bu pazarın aracıları siyasetin tam da göbeğinde.

Kapitalizm eskiden, devrimlerden ve sosyalizmden yediği darbeler sonrasında, “ekonomik” şeytanlığını gizlemek için türlü mekanizmalar yarattığında, örnek olsun Avrupa’nın en önemli ülkelerinde sosyal devleti, işçi sınıfının refahını yükseltmek zorunda kaldığında sosyal demokratlara bile ihtiyaç duymadı. Gerektiğinde, daha doğrusu zorlandığında, o fırsatların ortaya çıkartılmasının sorumluluğu gayet sağ iktidarların da becerisiydi.

Bunlar o ülkelerde de ortadan kalktı ve elbette ezilenler, sömürülenler açısından çok şey değişti. Ama düzenin kendisini için gerçekten ne değişti? Düzenin hafızası değişti ama kapitalizmin güç mekanizması aynı şekilde işlemeye devam ediyor.

Bunları uzun uzadıya anlatmamızın nedeni tam da siyasetle ve güçlenmekle ilgili. Çünkü bu dünyada, ezilen ve sömürülen milyarlar için bir şeyleri gerçekten değiştirmek istiyorsak, neyin bize neyin bu düzene güç kattığını iyi anlamamız ve ayrıştırmamız gerekiyor.

“Gerçekten” bir şeyleri değiştirmek….

Ayrıca düzenin hafızası dediğimiz şey öyle karmaşık bile değil. Türkiye’de bu düzenin sendelediğinin düşünüldüğü dönemeçleri açıp yeniden baktığımızda, temelde bir şeyin sabit kaldığını görüyoruz.

60’larda ve 70’lerde, 80’lerden ve 90’larda düzenin dikiş tutmadığını gösteren birçok an yaşanmadı mı? Kapitalizmin gardiyanı diye bahsetiğimiz, gücün merkezi veya siyasetin hedefi diye kodladığımız şey, yani devlet otoritesi, tarihimizde birden fazla kez delik deşik olmadı mı? 

1971 darbesi, ezilenler nezdinde meşruiyeti kalmayan ve delik deşik olmuş bir devleti toparlamak, aynı anlama gelmek üzere sömürülen milyonlar üzerinde tahakküm kurmak için gerçekleştirilmedi mi? 

1970 ile 1980 arasında sadece 10 yıl olması bizim için ne anlam ifade etmeliydi? 1978’de ve sonrasında sıkıyönetimin masaya getirilmesinde, öncesindeyse dikiş tutmayan düzenin ite kaka düzeltilmesinde faşistlerin mi yoksa bu umudu yayan sosyal demokratların mı ağırlığı vardı…

Demek ki her seferinde bu düzenin devam edeceğine dair bir umutsuzluk içten içe yer etti, işlemeye başladı ve dolayısıyla bu düzenin iyileştirilebileceğine dair fırsat ekonomisi kendi ürünlerini yayabilme olanağı elde etti.

Umutsuzluk yalnızca imkansızlıkla ilgili değildir. Daha çok, ertelemek ve ötelemekle ilgilidir.

Temel bir kural vardı ve bu umutsuzluğu kullandı: Düzen her seferinde sağ alternatifi sol kabuğun içerisinde olgunlaştırdı, bunu bazen bilerek, bazen hafızadan bazense kapitalizmin “görünmeyen gücü” sayesinde becerdi.

Gerisi fırsat ekonomisiydi.