Bu hafta Filistin’de çocuklar ölür, evler ailelerin üzerine yıkılırken önce Mavi Marmara geldi benim aklıma sonra da kapitalizmin öldürdüğü artık mavi olmayan Marmara. 

'Filistin Davası' ve mavi olmayan Marmara

Bu kere 11 gün sürdü. 11 gün ve gece boyunca dünyanın kayda değer bir kısmı televizyonlarında ses ve ışık gösterisi gibi izledi Filistinli çocukların üzerine binlerce ton bomba yağmasını. Füzeler füzelerle, yobazlıklar yobazlıklarla çarpıştı. Bu kere de uluslararası toplumun önde gelen üyesi kabul edilen ülkelerin Filistin-İsrail çatışmasındaki yanlı tavırlarını gördük.

ABD’nin, kimilerine bakılırsa “solcu” ve “dünyaya demokratik nizamı yeniden kurmaya kararlı” Başkanı Biden, Filistin halkının ülkesinden, evinden, tarlasından ve nihayet canından edilmesini İsrail’in “kendisini savunması” olarak sunmaktan ve bu amaçla kullanılan ölüm silahlarının yerlerine derhal yenilerinin gönderileceğini açıklamaktan utanmadı. Aksi zaten düşünülemezdi ama ABD’den hak, hukuk, adalet beklemenin propagandasını yapanlar utandılar mı? Bugüne kadar ar duygusuna sahip olduklarına dair bir işaret almadığım için sanmıyorum.

Emperyalist cephenin diğer unsurlarından Avrupa Birliği ise bekleneni yaptı: Kaygılandı, toplandı, tartıştı, durdu, tekrar tartıştı. Sonunda Macaristan’ın engellemesi yüzünden bir ortak tutum bile belirleyemedi. Neyse ki, Avrupa Birliği’nin yapmadığını ve asla yapmayacağını İsrail’e silah taşıyacak gemileri yüklemeyi reddeden Livorno ve Napolili liman emekçileri yaptılar da büyük insanlıktan umut kesmeye hakkımız bulunmadığını yeniden hatırladık.

Bizim cephede bildik görüntüler yaşandı. Evlerinde Filistin bayrağını hazır bulundurduklarını düşünmemiz gereken binlerce kişinin evinin önüne çıkmanın dahi cezaya tabi olduğu gün ve saatlerde ortalığa düştüklerini ve Filistin’e destek vermekten ziyade insanlığa karşı nefretlerini kustuklarını izledik. O güruhu yönlendirenler de bildiğimiz gibiydi. Bir yandan İsrail’e bütün bir halka hakaret ederek sözde tepki gösterirken, bir yandan da eş-dost hep birlikte yürüttükleri ticaretten elde ettikleri kirli parayı kapitalizmin arka odalarında istiflemeye devam ettiler.

Bir solcu ve insan olarak kayıtsız kalmanın mümkün olmadığı Filistin-İsrail meselesi hiçbir zaman mesleki anlamda takip ettiğim bir konu olmadı benim için. Sebepleri, sonuçları, geçmişi, bugünü ve yarını üzerine uzun uzadıya ahkam kesecek kadar bilgi sahibi de değilim. Bu yüzden, sözü konunun özünü bilenlere bırakmak ve Dayanışma Meclisi tarafından yapılan “Emperyalizm ve işbirlikçisi İsrail Filistin’den elini çekmelidir” başlıklı açıklamayı hatırlatmakla yetineceğim.

Yine de, Filistin üzerine yağan ölümü ve Türkiye ekran ve sokaklarında yaşananları izlerken aklıma Mavi Marmara geldi. 31 Mayıs 2010. Hani iktidar sahiplerinin tam da kendilerine ve  siyaset tarzlarına yaraşır biçimde yolcularını önce arkadan ölüme itip sonra da emperyalizmin müzayede salonunda “Filistin Davası”nı üç otuz paraya elden çıkarmalarına vesile olan  geminin adı.

Oysa Mavi Marmara o geminin adı olmaktan öte de bir anlam taşıyordu benim için. Çocukluğumu, gençliğimi sarıp sarmalayan, sularında yüzmeyi öğrendiğim, çevresinden bir türlü ayrılamadığım, ayrıldığımda alabildiğine özlediğim deniz. Türkiye, bir yandan Filistin etrafındaki riyakarlık gösterisini, bir yandan bir mafya babasının olağan koşullarda sarsıcı olması gereken ama yüzsüzlüğü yönetim biçimi olarak benimseyenler için fazlaca da bir etki yapacağına ihtimal vermediğim görüntülü iddianamesini izlerken o deniz, Marmara Denizi gözümüzün önünde sanırım son nefesini veriyordu.

Dünyanın en bereketli, en müşfik, en dost canlısı denizlerinden birinin öldüğünü ortaya koyan o kefen benzeri ak örtü neydi peki? Basındaki açıklamalara bakılırsa “deniz salyası” olarak da bilinen “müsilaj”mış bu olgunun adı. Suyun ısısı, tuzluluk oranı yükseliyor, planktonlar çoğalıyormuş…

Biyoloji bilimindeki derinliğim sıfıra yakın, ilgim bitki ve hayvanları sevmekten ibaret, kriminoloji desen bildiklerim üç-beş film ve dizi merakımla sınırlı ancak şundan eminim ki Marmara Denizi intihar etmedi, öldürüldü. Bu denizin bir katili ve katilin çok sayıda suç ortağı var.

Sadece benim çocukluğumdan beri bu denizin etrafında yaşayan nüfus en az dörde, sanayi tesisi sayısı belki 20’ye katlandı. Atıklar hesapsızca ve acımasızca Marmara’ya boca edildi. Sermaye filtre sistemleri kullanmayı ek maliyet olarak gördüğü gibi, onun emrindeki siyasi iktidarlar da kâğıt üzerinde zorunlu hiçbir denetimi yapmaya yanaşmadılar. Marmara’nın gerçek sahipleri ve sakinleri birer birer tükenip çıktılar hayatımızdan. Bu arada, bir avuç insan Marmara’nın can çekiştiğini söyleyip durdular bıkıp usanmadan. Ne etkililer, ne yetkililer, ne de ekmek kavgasındaki milyonlar kulak astılar… Kulak asmak bir yana, kirliliğe dikkat çekmeye çalışan bilim insanlarını, işinden ederek, yargılayarak, hapse atarak susturmaya kalktı bu eğreti düzen.

Marmara Denizi hepimizin gözü önünde bile isteye, hukuki deyimiyle taammüden öldürüldü. Büyük bir çoğunluğun vicdanını bir üçüncü sayfa haberi kadar bile sızlatmadan katledildi güzelim deniz. Şayet katili bir an önce derdest edip tarihin çöplüğünün en derin yerine gömmezsek çok da uzak olmayan bir gelecekte, şimdi Haliç’te bize bir marifetmişçesine sergilendiği gibi, onun da cesedini süslemeye, artık yüzemeyeceğimiz ve içinden çıkan balığı yiyemeyeceğimiz için kıyılarını suni gübreyle yeşertilmiş yeşil alanlarla ve yüksek yapılarla doldurmaya başlayacağız. Sonra sıra, kuzeyinden başlayarak Ege’ye ve Akdeniz’e gelecek.

Bu hafta, Filistin’de çocuklar ölür, evler ailelerin üzerine yıkılır, aldatılmış kitleler sokaklarda nafile turları atarken önce emperyalizmin sayısız kurbanlarından onunun pisi pisine can verdiği Mavi Marmara geldi benim aklıma sonra da kapitalizmin öldürdüğü artık mavi olmayan Marmara. 

Şimdi beynimde bir zonklama gibi yineleniyor Hasan Hüseyin’in yazdığı, Rahmi Saltuk'un gür sesiyle söylediği ve sanki karşımda cansız duran Marmara Denizi’nin köpüklü dalgalarıyla mırıldandığı dizeler: “Kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni!”